28 Nisan 2012 Cumartesi

Benim adım; DEMOKRASİ!!!

http://blog.milliyet.com.tr/benim-adim--demokrasi---/Blog/?BlogNo=360556


Üstünde, rengi solmuş, belli ki epeydir kullanılmaktan yıpranmış, bir elbise! Ayaklarında yine eski ayakkabılar.
Başını elleri arasına saklamış!
Kaldırımın buz gibi taşlarının üzerine çökmüş, hıçkırıklara boğula boğula ağlamakta!
Döktüğü gözyaşları, sel misali yolun kenarına akmakta!
Görüntüsü perişan, hali içler acısı! Yürek paralıyor!
Yavaşça yaklaştım yanına! Ürkütmekten de korka korka!
Ben de usulca oturdum yanına!
Uzun bir süre ağlamasına tanıklık ettim sessizce! O ise hiç mola vermedi ağlamasına!
Kulağına eğildim… Sordum…
-Neden ağlıyorsun be kadar, kendini paralaya paralaya?
-…..
-Ne derdin var, söylesene?
-…..
-Kimsin? Nerden gelip, nereye gidersin?
-Benim adım; DEMOKRASİ!!!
‘’Hür doğdum, hür yaşarım. En büyük tutkum HÜRRİYET… Gel ülkeyi seninle beraber yönetelim dediler! Sevindim… Hürriyete olan tüm sevgimi ve fikrimiz halka yansıtacaktım… Monarşi, Oligarşi, Aristokrasi benim kuzenlerim. Zaten onlarla ömrüm boyunca hiç bağdaşamadım da, anlaşamadım da! Onlar hep otoritenin gücünü kullanıp, halkı ezmeye meyilliydiler! Bense bunu asla kabul etmedim! CUMHURİYET kardeşimdi. Birlikte el ele verip ülkenin yönetimine katıldık.
Hukukun evrensel kurallarını da yanımıza aldık.’’
Arada hıçkırık sesleri!!!
-Tamam, anlat hadi… Ağlama!!!
-Biz, ülkenin ferah, ilerici, aydınlık ve refah içinde bir halkı olsun, bize inanan insanların mutluluk içerisinde yaşaması için canla başla gayret ettik…
Herkes için vardık. Ne azınlık, ne dinsel kimlik, ne ırk ayırmadık. Halk için ve halkla birlikte, ülkenin gelişmesi için çalıştık.
Bir takımadamlar geldi! Bir takımadamlar gitti! Ne gelenler kıymetimizi bildi! Ne de gidenler!
Her gelen, gidenleri arattı! Zaman zaman bazıları geldi, yumruk attı! Kafamızı gözümüzü yardı!
Biri kolumu, kanadımı kırdı!
Bir diğeri bedenime darbe vurdu!
Bazıları da canımı yaktı! Onarılmaz yaralar açtı!
Tam iyileşmeye çalışırken, bir başka adamlar geldi! ‘’Bu böyle olmuyor, sen çok yıprandın! Seni iyileştirelim! Daha ileriye götürelim!’’ Dediler… Yine inandım!
Daha fazla katılım gerek!
Halk da inandı! Ortalığı bir sevinç dalgası kapladı! Halk rahat bir nefes alacağız sandı! Ben de!!!
Vay vay… O da ne? İleriye gidiyoruz derken! Geri saymaya başladı zaman! Halk sabırla beklemede!!! Ben de!!!
Bir gün, hukukun kurallarını yıktılar!
Bir gün, medyayı düzenlemeye kalktılar!
Bir gün Cumhuriyeti zedelediler! Bir dolu yasa çıkarttılar! Hem de benim adımı kullanarak!
Halk perişan! İşsizlik almış başını gitti! Şiddet her kesimde! Ne kadın, ne öğretmen, ne doktor, ne çocuk!!! Şiddete uğramayan kesim kalmadı! İşçiler hak derdinde! Sosyal güvence, sigorta hak getire! Ülkenin öz varlıkları birer birer satıldı! Akarsular bile! İstihdam yerlerde! Fabrika, baraj, bankalar, araziler, inanır mısın? Telefon sistemi bile yabancı ellerde! O yabancı ellerin, elleri her yerde! Hep üstümüzde! Termik santrallerde, Kürecik’te, nasıl söyleyeyim ki esas gözleri; milletin egemenliğinde!!!
Durun...!
Ne yapıyorsunuz? Diye itiraz etmeye çalıştım. Hani nerede verdiğiniz sözler? Hani ileriye götürecektiniz beni? Hani ülkeyi, milleti? Dedim!
‘’Sus!’’ Sen anlamazsın! Kapat çeneni! Dediler…
İtirazlarım devam edince! Üzerime biber gazı ile yürüdüler… Tekel işçilerine, öğrencilere, sokağa çıkıp protesto edenler sıktıkları biber gazı ile… Ülkede zaten en çok onun stoku var!!!
Baktılar, susmuyorum! İtirazlarım yüksek perdeden isyana dönüştü!
Önce elimi kolumu bağladılar! İtip kaktılar!
Velhasıl beni bir kenara attılar!
Şimdi ne adım var, ne sanım! Esamem bile okunmuyor!
Niye bu kadar üzülüp, ağlıyorum biliyor musun?
-Niye?
Beni, benim adımı kullanıp da halkı kandırdılar!!!
Ben şimdi halkın yüzüne nasıl bakarım???


Ayşen Arslangiray Kura
29 Nisan 2012


-

Şiddet! Şiddet! Şiddet!!! Yine doktora şiddet!!!

http://blog.milliyet.com.tr/siddet--siddet--siddet----yine-doktora-siddet---/Blog/?BlogNo=360486



Tamam haklısınız!
Hakkınızdır!
Dövün, sövün kardeşim!
Onu büyütüp okutan sizsiniz!
Herkes gülüp oynarken!
Çocukluğunu, gençliğini yaşarken!
O koskoca tıp kitaplarının arasında!
Ders çalışsın diye yıllarca başında beklediniz!
Dirsek çürüttünüz, emek döktünüz!
Cebine de harçlığını siz verdiniz!
Kadavraları öğüre öğüre birlikte kestiniz!
Yeri geldi, günlerce yemek bile yiyemediniz!
Anatomi dersine beraber girdiniz!
Keza sınavlara da!
Hele Farmakoloji sınavlarında ne meşakkatler çektiniz?
Eeee bu denli emek tükettiniz!
Şimdi emeklerinizin karşılığını istemektesiniz!
Siz dövmeyeceksiniz de ellere mi terk edeceksiniz?
Kim dövecek?
Kim bıçağı çekip tehdit edecek?
Kim öldürecek?
Tabii ki siz!!!
Vurun doktora!
Vurun millete!
Vurun vatan evlatlarına!
Kıyasıya!!!
Gücü yeten yetene!!!


Ayşen Arslangiray Kura
28 Nisan 2012

27 Nisan 2012 Cuma

Bilemem ki!

http://blog.milliyet.com.tr/bilemem-ki---/Blog/?BlogNo=360300




Nisan yağmurları da dindi,

Soluksuz yüreklerdeki sevgi seli gibi,

Laleler de solup gittiler,

Aşkın tükenmişliğinin çaresizliği gibi,

Şimdilerde gül zamanı sevdiğim,

Tanrıdan dilediğin yeni sevdalar gibi,

Her lale zamanı, sen geleceksin aklıma,

Ya da yağan çiğ damlacıklarında,

Esen lodosun çaresiz yalnızlığında,


Terk edilmiş gönül yıkıntılarımın ortasında,


Kalbim, bastırılmış isyanların sarmalında!


Bilemem ki!


Düşünür müsün?


Beni halâ!







Ayşen Arslangiray Kura
1.5.2011

Arap Baharı çiçek açtı!!!

http://blog.milliyet.com.tr/arap-bahari-cicek-acti---/Blog/?BlogNo=360302


Kadın hakkı!!!
Yok böyle bir konu aslında!
Zaten hakkı erkek ismi!
Pek de beylik, bilindik bir söylem oldu değil mi?
Bir bir ezilmekte kadın hakları!
Sanki çok varmış gibi!
Yer; Mısır parlamentosu!
Parlamento, gündemini yeniledi!
Hedef; ‘’Aileleri yok etmeyi hedeflediğini’’ iddia ettikleri mevcut yasaların, kadınlara tanınan hakların iptali!
Yetmedi!
Evlenme yaşı 14’e çekilsin!
Çoluk çocuk gelin olsun!
Yetmedi!
Faslı din adamı Zemzemi Abdul Bari önerdi!
Gündeme bir konu daha eklendi!
Nekrofili!!!
Bunun anlamı neydi?
Tıbben anlamı; ‘’Ölü seviciliği’’
Sapkınlıklardan biri, belki de en iğrenci!
Hangi mantık?
Hangi din?
Hangi ahlak?
Hangi kutsal kitap?
Hangi insanlık, kabul edebilir ki?
Daha fazla yazamam!
Yüreğim ürperiyor…
Ellerim titriyor…
Kalemim yazmamak için direniyor…
Tanrım!!!
İnsanlık, nasıl bu hale geldi?


Ayşen Arslangiray Kura
27 Nisan 2012/ Cuma

12 Nisan 2012 Perşembe

4+4+4 hayalleri öldür! Gerçekleri ört!!!

http://blog.milliyet.com.tr/4-4-4-hayalleri-oldur--gercekleri-ort---/Blog/?BlogNo=357942


‘’Fatma’’ idi adı!
Boncuk mavisi gözleri ışıldayarak bakardı.
Güneşin kızıl ışıklarının yandığı upuzun saçları vardı.
Daha 12 yaşındaydı!
Hayalleri, çok büyük hayalleri vardı!
Okuyacak, öğretmen olacak, çocukları aydınlatacaktı!

Ansızın bir gece, babası çatık kaşlarla, sürükleye sürükleye komşu ….. Amcaların evine götürdü.
Korktu!
Hiçbir şey anlamamıştı!
Boncuk gözleri korkuyla baktı, babasına soramadı!
Evde; sedirin üzerine sıralanmış beş adam vardı!
Karşılarında da Fatma dâhil, 7 kız daha!
Titredi bacakları! Kalbi anlamsızca hızlandı! Daha bir korktu! Kimdi bu adamlar? Biz niye buradayız diye düşündü de soracak cesareti bulamadı. Sessizce eğdi başını!

‘’Çık dışarı!’’ dedi babası!

Fatma da, diğer kızlar da bir bir dışarı çıktılar odadan!
Deli gibi eve koştu, sarıldı anasına! ‘’Ana, nedir bu? Ne istiyorlar bizden dedi’’
Anası kaygılı bir yüzle baktı! Sustu! Bu soruya verebilecek cevabı yoktu! Ya da cesareti!

Babası ertesi sabah’’ Bu günden tezi yok! Okul mokul yok! Gitmiyorsun!’’ dedi.
İnanamadı kulaklarına! ‘’Neden’’ diye haykırmak istedi babasına! Sesi cılız bir halde, fısıltı halinde çıktı ama yine de sordu!

‘’Neden?’’
‘’Evleniyorsun da ondan’’ dedi babası! Fatma kulaklarına inanamadı!

‘’HAYIR! Ben okuyacağım’’ dedi. Bu kez yüksek çıkmıştı sesi. Anında yüzünde bir tokat şakladı!
Fatma O tokattan sonra günlerce ağladı, ağladı, ağladı!
Okula gitti. Ağlayarak öğretmenine anlattı! Öğretmeni de onunla birlikte ağladı! ‘’ Yasa böyle yavrucuğum! Bu babanın kararı ve benim de yapabileceğim bir şey yok ne yazık ki’’ dedi.
Fatma anlamamıştı! ‘’Ne yasası öğretmenim ne yasası?’’
Sonunda’’4+4+4’’ uygulamasına kurban olduğunu anlamıştı!

O geceki adamlar Anadolu’nun bir başka kasabasından gelmişlerdi! … VE birkaç büyük baş hayvan parası karşılığında ‘’EŞ’’ edineceklerdi kendilerine!
Fatma ve köydeki o diğer kızlar, birer, birer gelin oldular!

Hâlbuki! Aşk, sevda nedir onu bile bilmiyorlardı!
Bezden oyuncak bebeklerini bıraktılar, ellerine kına yaktılar! Bir de derme çatma beyaz gelinlik!
Ya kurduğu o bembeyaz, saf hayalleri? Kırıldılar hepsi de kırıldılar! Fatma’nın yüreği misali!

Canı yandı! Ne olduğunu anlamadı! Gözyaşlarının ardı arkası kesilmedi, hep ağladı, hep ağladı!
O pos bıyıklı adam da acımadı! Fatma ağladıkça, bastı tokadı! ‘’Alış artık! Burada yaşayacaksın ve bundan kelli benim karımsın!’’  dedi.
12 yaşındaki Fatma’nın kocası, ellili yaşlardaydı. Fatma’dan çok daha büyük çocukları vardı!

Kırgındı Fatma, babasına ama en çok da anasına! Niye karşı çıkmamıştı?  Niye sahiplenmemişti küçücük yavrusunu, kızcağızını? Hiç affetmedi Fatma ailesini, hele de her fırsatta tokatlayan o kocası denen koca adamı! Bir de bu yasa denen şeyi çıkaranları!

Yaban ellerde, yol bilmez, iz bilmez yerdeydi! Kaçsa nereye sığınacak? Kime?
İçinde bir şeyler kıpırdıyordu anlamadı! Karnında hastalık var sandı! Komşulardan bir teyzeye fısıldadı! ’’Acaba, ben hasta mıyım?’’ diye sordu da, kadın kahkahalarla ‘’A kızım ne hastası? Sen, gebesin gebe! ‘’ diye cevapladı!

Bir sabah, seher vakti kalktı, usulca evden çıktı. Uzun süre bilmediği yerlerde koştu, koştu! Nereye gideceğini de bilmeden koştu! Bir an düşündü! ‘’Yola mı çıksam acaba?’’ Vazgeçti! Güneş, hızla tepede yükselirken; kendini bir YAR ın kıyında buldu. Oturdu kocaman taşların üstüne! Saatler geçti!
Düşündü! Üzüldü! Yine düşündü! Hayalleri geldi aklına! Kurup da gerçekleştiremediği!
Hayıflandı!

Ama kararlıydı! İçindeki o minicik canı da kurban vermeyecekti! Ne kocasına, ne de yasaya!

Karnını okşadı! Canını sevdi! ‘’ Hadi yavrum gidiyoruz!’’ dedi. …. Ve YAR dan sonsuzluğa doğru uzandı!!!

Bu hüzün dolu öyküyü de ‘’4+4+4’’ yasasını çıkaran, onu ve onun gibi küçücük kızların kaderini çizen,  o beyaz papatyaların boyunlarını büküp de solduran, hayallerini yıkanlara, hatıra bıraktı.



Ayşen Arslangiray Kura





5 Nisan 2012 Perşembe

Geçen yüzyıllardan ve Osmanlı'dan günümüze yansıyan kültür mirası; Hamam

http://blog.milliyet.com.tr/gecen-yuzyillardan-ve-osmanli-dan-gunumuze-yansiyan-kultur-mirasi--hamam/Blog/?BlogNo=357040


‘’Hamama giren terler!’’
‘’Ah!!! Nerde o eski hamamlar?’’ der eskiler!
Jül Sezar’ı, Marcus Antonius’u ve Octavius’u kendine çılgın gibi âşık edip, 3 erkeği de etrafında pervane misali döndüren, Mısır’ın efsanevi kraliçesi Kleopatra’nın güzellik sırrının hamamlarda gizli olduğu yazılmaktadır.

Hamam; tarihçesinin İ.Ö. ki dönemlere dayandığı ama Roma döneminde popülarite kazandığı ve Roma kültüründe eğlence mekânları olarak da kullanıldığı yazılı kaynaklardan anlaşılmaktadır.
Anadolu’nun, Ege ve Akdeniz kıyılarında Kleopatra için inşa ettirilmiş hamamlar bulunduğu ve bunların bir kısmının geçen yıllara ve tabiat koşullarına karşın halen varlıklarını koruduklarını gözlemlemekteyiz.

Fethiye’de, Babadağ eteklerinde, doğal sit alanı olarak ilan edilmiş bulunan Kelebekler Vadisi yakınındaki, Afrodit koyunda ve sadece deniz yolu ile ulaşılabilen Kleopatra Hamamı bu örneklerden en önemlisidir.

Fatih Sultan Mehmet’in, İstanbul’u fethinden sonra; toplumların birbirleriyle kültür etkileşimlerinin kaçınılmaz bir sonucu olarak, tarihçesi Roma dönemine kadar uzanan hamamlara büyük önem verilmiş ve Osmanlı’nın en görkemli oldukları dönemlerde binlerce hamam inşa edilmiştir.(Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde bahsedilmektedir.)

Mimariye ve hayrat, hayır işlerine çok önem veren Osmanlı padişah ve sultanları, cami, han, medrese, çeşme ve imarethane ve de bunların bazen tümünü kapsayan külliyeler yaptırmışlardır. Bu külliyelerin giderlerinin karşılanması için de genellikle yanlarına veya yakınlarına hamam inşa ettirmişlerdir.

Hamam; Genelde mermer taşlarla döşeli ve tavanı kubbe şeklinde imar edilmiş, soyunma yerleri, yıkanma yerleri ki içerisinde kurna başı ve halvet adı verilen kapalı, tek başına yıkanılabilen hücreler bulunan, orta kısmında zeminden yüksekçe dairesel veya kare şeklinde yapılmış göbek taşı bulunan bölümlere sahiptir.

Ayrıca, külhan diye adlandırılan ısıtma yeri; hamamın tam altında yer alır. Yanan odunların alevleri ve dumanları, özel olarak döşenmiş kanallar ile hamamın zemin ve duvarlarını ve de göbek taşının altını dolaşır. Tüteklik denilen baca ile de dışarı verilir. Göbek taşının altının çok ısınması nedeniyle de o kısma ‘’cehennem’’ denilir.

Külhan deyince aklıma külhanbeyi deyimi geldi ve hamamdaki külhan ile bir ilgisi var mı? Diye araştırma yaptım. Halk dilinde ‘’Külhanbeyi’’ olarak tanılanan ve genelde serseri davranışlarda bulunanlara yakıştırma yapılan deyimin aslında; Sultan Abdülaziz döneminde sokakta yaşayan kimsesiz çocukların, soğuktan ve sokakların ürkütücü karanlığından korunmaları için hamamlarda, külhan kısmına yerleştirildikleri ve buralarda barınan çocuklardan kıdemli olan ve külhana yakın yatanlarına külhanbeyi denildiğini, bu çocukların, hamamcılara odunların taşınması ve de küllerin dökülmesinde yardım ettikleri bilgisine ulaştım.

İstanbul’da imparatorluğun muhteşem diye adlandırılan döneminde binlerce hamam yapıldığı ve son dönemlerinde 168 adet hamam kaldığı bilinmektedir. En son, 1741 yılında I. Mahmut’un kurduğu kütüphanenin giderlerini karşılaması açısından yaptırdığı, Cağaloğlu Hamamından sonra hamam inşa edilmediği hatta hamamlarda, çok fazla odun kullanılması ve detaylı su tesisatı yapılmasını gerektirdiği için 1769 yılında yayınlanan bir fermanla, İstanbul’da hamam inşası yasaklanmıştır.

Gedikpaşa hamamından da bahsetmeden geçmemek gerek zira külhanbeyleri ile meşhur ve bu hamamın tellak başı Patrona Halil’in isyanı ile tarihe damga vurmuştur.
Halen İstanbul’da Osmanlı döneminde yaptırılmış ve varlığını günümüze değin sürdüren tarihi hamamlara bir göz atalım.

Çemberlitaş Hamamı; II. Selimin baş hasekisi ve Sultan III. Murat’ın annesi Nurbanu sultan tarafından yaptırılan ve de Mimar Sinan’ın son dönem eserlerinden biridir. Çemberlitaş’ın yanında ve Kapalıçarşı’nın yakınında bulunmakta ve halen faaldir.

Süleymaniye Hamamı; Süleymaniye külliyesinin içerisinde ve Süleymaniye Camii’nin yanında, Mimar Sinan’ın Kalfalık dönemim diye adlandırdığı zamanda tasarladığı ve inşa ettiği ve de Sultan Süleyman’ın kendine ait yıkanma bölümünün de bulunduğu rivayet edilen hamam, 2001 yılında restore edilmiş ve şu an turistik tesisi olarak faaliyette olup kendine ait bir kuyusu mevcuttur. Bu kuyunun suyunun sarılık hastalığına iyi geldiği hakkında halk inancı mevcuttur.

Galatasaray Hamamı; Beyoğlu’da, Galatasaray yakınında bulunan, 1481 yılında II.Beyazıt tarafından yaptırıldığı tarih kaynaklarınca varsayılan ve 1965 yılında restore edilen hamam, şimdilerde turistik tesis olarak kullanılmaktadır.
Büyük Hamam; Mimar Sinan tarafından, Kasımpaşa cami ile birlikte çifte hamam olarak inşa edilmiştir.
Çinili Hamam; Üsküdar’da Kösem Sultan tarafından, Çinili Cami ile birlikte yaptırılmış, çifte hamam olarak imar ve 1964 yılında restore edilmiştir. Tarihi yapısı ve dokusu bugüne değin özenle korunmuş ve halen kullanılmaktadır.

Eski Hamam; Şifalı hamam adı ile de anılan ve Üsküdar’da bulunan hamam, 15. yüzyılda inşa edilmiş ve halen faaldir.

Ayrıca, günümüze hamam kültürünü yansıtan hamamlar içerisinde; Üsküdar’daki Beylerbeyi Hamamı ile Sadaret Kethüdası Yusuf Ağa tarafından 1768 yılında yaptırılan Yalı Hamamı, I.Ahmet’in kiler ağası İsmail Ağa tarafından 1610 da çifte hamam olarak inşa ettirilen Ağa Hamamı, Sultan Abdülaziz devrinde yaptırılan Aziziye hamamı, Küçükyalı Hamamı ve Erenköy Hamamını sayabiliriz.

Edirne’de Sokullu Mehmet Paşa tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan Sokullu Hamamı, Bursa’da Kervansaray Otelinin içinde; Romalılar döneminden bugüne değin korunan Kervansaray Hamamı, Ankara’da 650 yıldır tarihi dokusunu kaybetmeden korunan Karacabey Hamamı vardır. İzmir’de ise genelde Roma ve Bizans dönemlerine ait hamamların yalnızca kalıntıları ve isimleri kalmıştır. Gümüldür’de Roma hamamları ile Bayraklı’da Diana hamamlarının bulunduğu tarihi kaynaklardan anlaşılmaktadır. Tire’de de yüzyıllar öncesi mevcut olan 20 adet hamamdan şu an yalnızca 1 tanesi faal vaziyettedir.

Tabii bu arada, Anadolu’nun kükürtlü ve sıcak sularıyla tanınan ve yerli ve yabancı turistlerin rağbet ettiği kaplıca hamamlarını da unutmamak gerekir.

Topkapı ve Dolmabahçe Saraylarının hamamları aynen muhafaza edilmektedir.

Gelelim hamam kültürünün yaşama yansımasına;

Saraylarda bulunan hamamların haricinde,  şehir hayatının içindeki hamamlar temizliğin simgesi olmakla birlikte, kapalı bir toplum olarak yaşayan Osmanlı’da özellikle sosyal hayattan irrite edilen kadınların zamanla sosyalleştiği ve gezme, eğlenme amacıyla gittikleri mekânlar olmuşlardır.

Kadınlar, konu komşu sözleşip, feracelerine bürünüp, sosyal yaşantılarının vaz geçilmez bir parçası olan hamamlara sıkça gider olmuşlardır. Hatta şimdilerde yıkıldığı için örneklerine rastlayamadığımız konak hamamlarına sahip olan, konaklarda oturan kadınların dahi mahiyetlerindeki hizmetkârları ile birlikte hamama gidişleri bir ritüeldi.

Hamam eşyalarının, olmazsa olmazı nakışlı hamam havluları, peştamalları, kına, sürme, sedef kakmalı takunyaları, gümüşten hamam tasları, Girit sabunları ve çeşit çeşit yemeklerle dolu sepetleri ile soluğu hamamda almışlardı. Sabah başlayan hamam sefaları, akşama değin sürerdi.

‘’Gelsin dolmalar, çalsın sazlar, oynasın kızlar!’’

Temizlenmek, yıkanmak bahane, eğlence ve muhabbet şahane.

Göbek taşının üzerine serilirler sere serpe. Kurna başında, genç kızlar şarkı söylerler de, hamamın kubbelerinden dışarı taşar, şarkılar nağme nağme.

‘’Bir kızıl goncaya benzer dudağın,
Açılan tek gülüsün bu bağın.’’

Hamam tasları gümüşten, ben anlamadım bu işten! Kâh yıkanmak için kullanılırmış, kâh müziğin temposuna def vazifesi görürmüş.

Hamamda kız beğenmek adettenmiş o zamanlar. Kızlar tüm marifetlerini döker, süzüm süzüm süzülürlermiş, kendilerini beğendirmek için, kaynana adaylarına.

Kaynana adayları ise göz ucuyla süzerlermiş kızları. Acaba hangi güzel layıktır benim oğula?
Gelin hamamlarının, eğlencesi ve görkemi ise bir başka imiş.

Sabun ayrı bir yer tutardı gerek saray, gerekse semt hamamlarının kültüründe. Zeytinyağı ile imal edilmiş ve özellikle Girit-Kandiye sabunları pek rağbetteymiş.
Edirne ve Kudüs’te imal edilen misk ve amber sabunları ise saray hamamlarının vaz geçilmezleriymiş.

Elma, armut, üzüm, şeftali, muz, çilek, kayısı, portakal gibi kendilerine has kokuları içlerinde barındıran meyvelerden yapılan sabunlar, saray erkânı için üretilir ve saray hamamlarında kullanılırmış. Saraya gönderilen sabunlar eritilerek, kullanacak olan kişilerin koku zevklerine göre koku ilave edilerek, yeniden şekillendirilirmiş.

Kildanlık adı verilen ve genelde gümüş ya da altından yapılmış kapların içerisine kil konur, kil dibe çökünceye kadar beklenir, süzülen su ile ipek keseler ile vücutlar temizlenirmiş.
Ayrıca, ebegümeci ve hatmi çiçeği kaynatılarak, elde edilen bitkisel su ile de saçlar durulanır, yumuşak ve ipeksi bir hal alırmış.

Eller ve ayakların bakımına özel itina gösterilir, susam ve gül yağı ile masaj yapılırmış.

Durulanan saçlar nemli iken; nemli saça çeşitli çiçek ve bitkilerden elde edilen yağlar sürülür. Kokuyu içine hapseden saçlar, kurudukça, günler boyu mis gibi kokarmış.

Hamamdan çıkmadan önce nemli cilde; soğuk havayla temas ettiğinde cildin buruşmaması ve güzel kokması içinse, yasemin, gül, lavanta, mimoza, papatya, ıhlamur, sümbül,karanfil, orkide ve menekşe çiçeklerinden elde edilen ve de üzerleri mücevherlerle bezeli ‘’güllü abdan’’ denilen gümüş ya da altından şişelerde muhafaza edilen yağ ve esanslar uygulanırmış.

Limon suyu ayrı bir özel tutulur, cildin beyazlatılmasında sıkça kullanılırmış.
Eh bu kadar itina ve bakımdan sonra, Osmanlı kadınlarının güzelliklerinin sırrı da açığa çıkmış oluyor.

‘’Aynı hamam, aynı tas!’’ değil artık zaman!

Kent yaşamına geçiş ve kent kültürünün zaman içerisinde değişmesi ile hamamlar eski önemini ve sosyal yaşamdaki özel konumlarını yitirmiş durumda.

Şimdilerde hamam kültürü; turizm merkezlerinde, yıldızları bol turistik otellerde, SPA merkezleri, sauna(Fin hamamı), Türk hamamları olarak varlıklarını sürdürmekte.

Osmanlı kadınlarının gizemli güzellikleri de tarih yapraklarının arasında yer almakta.

Ayşen Arslangiray Kura
6 Nisan 2012/ Kuşadası