23 Haziran 2011 Perşembe

İsyan!

İSYAN!
Yine Kadın!
Yine şiddet!
Yine ölüm!
Neler oluyor bu topluma?
Neler?
Rengiye Mersinli,
‘’Devlet beni yaşarken korusun’’ dedi.
Dedi de ne oldu?
5 kurşuna hedef oldu!
Ayrıldığı kocası tarafından,
Sırtından hem de sırtından!
Vuruldu!
Bu kaçıncı? Saymadım! Sayamadım!
Ne ilk, ne de son!
Bu şiddet, ne zaman son bulacak?
Niye şiddet?
Niye kadın?
Niye ölüm?
Ayşen Arslangiray Kura
23.06.2011/ Kuşadası

Bu acımasız hayatın başrol oyuncuları!


Kasabanın en kalabalık, en yoğun günlerinden biriydi yine O gün. Hava soğuk, fırtına alabildiğine şiddetli, rüzgâr ıslıklar çala çala esiyor ve bu arada da nefes kesiyordu bıçak gibi. Pazarı vardı kasabanın O gün. Tezgâh kurmuş esnaf, deli rüzgâra karşı koymaya çalışıyordu çaresiz. Pazar şemsiyeleri bir sağa, bir sola devriliyor, tezgâhların üzerindeki mallar tarumar. Lakin ne fayda her şey rüzgârın esiri misali, dağılmış uçuyordu biteviye.
Genç kadın, elinden tuttuğu çocuğu, hem rüzgârdan korumaya çalışıyor, hem de hızlı yürürsün diye çekiştirip duruyordu. Küçük çocuk yürümemekte direniyor, ayakları sanki geri geri gidiyordu. Çok değil daha beş yaşındaydı. Minicik elleri buz kesmişti. Soğuktan mı aksilikten mi bilinmez? O direndikçe kadının sinirleri daha da bir ayaklanıyor, dişlerini sıktıkça çenesi titriyordu.
Hakim olmalıyım kendime! Diye düşündü.
Çok özlemişti yavrusunu. Yolculuğu esnasında, otobüsteki diğer yolcular görmesinler diye gözyaşlarını saklamış için için ağlamış, yüreğine akıtmıştı.
Kasabanın bağlı olduğu şehirde yaşıyor, üç ay gibi zaman aralıklarında çocuğunu görmeye geliyordu. Sevdiği, canından çok sevdiği yavrusundan ayrıydı yıllardır.
Üzgün ve çaresiz!
Geliyor, çocuğunun ihtiyaçlarını karşılıyor, birkaç saat onunla zaman geçiriyor, kokluyor, sarılıyor, hasreti koynunda, eli böğrünün üstünde, aklı yavrusunda, kalbi paramparça geri dönüyordu.
Hayat bu işte! Kime ne oyun oynayacağı belli olmuyor ki?
Çocuk annesine soğuk bir bakış fırlattı. Elini hızla elinden çekmeye çalışarak!
-Bir daha gelme! Gelme! İstemiyorum ben seni!
-Neden, böyle yapıyorsun canım?
-İstemiyorum! Hep geliyorsun, beni yine bırakıp gidiyorsun. İstemiyorum gelme!
-Babaannen, seni çok seviyor çiçek gibi bakıyor. Gitmeye mecburum annem!
-Olsun! Gelme! İstemiyorum!
Çocuk sanki fırtınadan cesaret almışçasına, esip gürlüyordu. Minicik yüreğindeki isyanlar, çağlamaya devam ediyordu.
Genç kadın, ne yapacağını şaşırmış vaziyette, kalakaldı olduğu yerde. Yüreğinin sıcaklığı ile o minik elleri ısıtmak istercesine diz çöktü, oğlunun önünde.
-Bir tanem, ne olur üzme beni.
-Seni çok seviyorum inan!
Bilemedi, nasıl ikna edeceğini yavrusunu. Zor zapt ediyordu gözyaşlarını. Sarıldı, daha bir sıkı sarıldı.
Çocuğun, isyanları dalga dalga yayılıyor, açığa çıkıyordu. Etrafta fırtınaya direnerek yürümeye çalışan insanlar, onların haline meraklı gözlerle bakıp, geçip gidiyorlardı.
Belki annesi değildi istemediği, belki de yaşadığı hayattı.
Kim bilir?
Kimden yardım istese? Kime yanıp yakılsa? Genç kadın çaresizliğin pençesinde debelenip duruyordu.
-Yavrum! Bu acımasız hayat romanının başrol oyuncularıyız! SENle BEN! Dedi.
Liseyi bitirip, üniversiteyi kazandığı yıllardı. Babasını aniden yitirmişti. Ablaları, okuyabilmesi için yeterli desteği sağlayamayacaklarını, okumasının da şart olmadığını söylemişlerdi acımasızca. Yaşlı anacığı’ Hadi kızım, okuyup da ne yapacaksın? Bir işe gir de, hem eve katkın olsun, hem de kısa yoldan hayatını kurtar.’ Demişti.
Zeyno, içine okuma aşkını gömmek zorunda kalıp, kan ağlaya ağlaya iş aramaya koyulmuştu. Eş, dost, sınavlar derken bir iş buldu. Ancak! Tayini oturdukları şehre bağlı bu kasabaya çıkmıştı. İlk günler hayli zorlandı. Birkaç arkadaşı ile birlikte ev tuttu. İşten eve, evden işe tek düze yaşam sürüyordu. Kazandığı paranın da yarısını anasına gönderiyordu.
Aşk! Kapıyı çaldı ansızın!
Çalıştığı işyerinde, genç bir delikanlıya kaptırdı gönlünü. Uzun boyu, düzgün fiziği, yeşile çalan kahverengi gözleri ve etkileyici bakışlarına vurulmuştu. Mehmet’te ona karşı boş değildi. Önce kaçamak bakışlar, hafif tebessümler derken delikanlı yavaş yavaş Zeyno’nun yanından ayrılmaz oldu. İş çıkışlarında, öğle tatillerinde, zamanla ayrılmaz oldular.
Çok mutlu idi. Uçuyordu sevinçten. Zil çalıyordu etekleri. Kalbi sığmıyordu yerine, fırlayacakmışçasına atıyordu küt küt. Uzun zaman sevgi deryasının derinliklerinde kulaç attılar beraberce. Dünya sanki onlar için dönüyordu. Kendileri ve sevgilerinden başka hiçbir kavram yoktu. Zaman anlamını yitirmişti.
Güzel olan her şeyin bir gün sonu gelirmiş misali.
Gerçek! Offf!!!
Bir gün gebe olduğunu fark etti. Sevinçle ama çekine çekine, Mehmet’e durumunu anlattı. Ne bekliyordu? Ne oldu!
Mehmet, kıyametleri kopardı. Böyle bir duruma hazır olmadığını, suçlu olduğunu, önlem alması gerektiğini, sorumluluk kabul etmeyeceğini, söyledi.
Zeyno! Ne yapacağını şaşırmış halde perişan. Havalara uçurulup, sevgi bulutlarına çıkacağını sanırken! Yıkıldı!
Sevinci kursağında, mutluluğu rüyalarında, bebek karnında! Öylece kalakaldı ortada!
Mehmet, anında sırt dönmüştü ona.
-Ben, böyle bir durumu aileme anlatamam!
-Bu şartlarda da seninle asla evlenemem!
-Zaten! Kesinlikle kabul etmez ailem! Dedi.
 Çıktı işin içinden. Sanki bu kadar kolaymış gibi. Onun için kolaydı nitekim. Sıyrıldı sorumluktan, dertlerden. Ardına bakmadan terk etti, hiç çekinmeden!
Hayat bu işte!
Annesine, ablalarına anlatamadı uzun süre. Hamileliğini gizledi uzun süre herkeslerden. Nereye kadar? Artık iyice belli olmaya başlamıştı. Gizleyecek durumu kalmamıştı. Utana sıkıla, anlattı durumunu ailesine. Kıyamet! Kıyamet o gün koptu işte. Keşke yer yarılsa da yaşamak zorunda kalmasaydı bunları, işitmeseydi bu kadar onur kırıcı lafları.
-Derhal! İzale edeceksin bu çocuğu.
-Beni kocama ailesine rezil etmeye ne hakkın var senin?
-Kızım, hiç mi akıl yok sen de?
Daha neler, neler işitmedi ki?
Aşk mı? Gençlik ateşi mi? Acemilik mi?
Ya yıkılmışlık! Üstüne üstlük işittiği hakaretler!
Esaretten beter, çilekeş bir halde dokuz ayı tamamladı. Bebeğini ilk kucağına aldığında, onun mini minnacık ağzına, ufacık ellerine, güzel yüzüne bakmaya kıyamadı. Koklamaya, öpmeye doyamadı.
Ne var ki! Çaresizlik ah çaresizlik!
Uzun zaman bebeğini verebileceği bir aile aradı, bulamadı. Sonunda son çare, Mehmet’in annesine gitmeye karar verdi, kucağında minik bebeği ile. Evin kapısında, elinde kundakta bir bebek ile genç bir kadın gören Mehmet’in annesi şaşırdı. Onu içeri buyur etti.
Zeyno, yaşadıklarını anlattı ağlaya ağlaya.
-Ne babası, ne de ailem istemiyor!
-Ne beni, ne de bebeğimi! Kimselere vermeye de kıyamadım.
-Ne olur! Bebeğime sahip çıkın! Diye yalvardı.
Gerçeklerle aniden yüzleşen babaanne, bu duruma çok üzüldü. Düşündü! Ne yapsın ki? Yavrusunun yavrusu idi minik bebek. Vicdanının sesine kulak verip, bağrına bastı bebeciği.
Zeyno, ailesinin bulunduğu şehre tayin oldu, aklı kalbi minik bebeğinde kalarak. Mehmet’in annesi, yavrucuğa sahip çıkıp, büyüttü.
Gençler mi çaresiz? Toplum mu acımasız? Bilinmez!
Şimdi üç ayda bir gelip, oğlunu bağrına basıyor ve ihtiyaçlarını karşılıyor Zeyno. Büyümekte olup, durumu yavaş yavaş kavramaya çalışan oğlunun isyanlarına dayanmaya gayret ediyor.
Ona veremediği sevgi, gösteremediği şefkat için de ıstırap içerisinde vicdan azabı çekip, ileride de daha büyük olacak tepkilere nasıl dayanacağını düşünüyor.
-Hadi yavrum! Gel, bu gün seninle çok güzel bir gün geçireceğiz. Diye yalvarırken oğluna.
Gözyaşlarını kristalleştiren rüzgâra, esen çılgın rüzgâra direnmeye çalışırken.
Hayata karşı verdiği mücadele!
Onu sormayın!
Ayşen Arslangiray Kura
23.6.2011/Kuşadası
Facebook:http://facebook.com/aakura
Twitter:http://twitter/#!/aysenkura

22 Haziran 2011 Çarşamba

Hayallerim, ben ve BÜYÜKADA

Posted by Picasa

''Ada vapuru yandan çarklı'' Büyükada çok caf caflı


Hani, insanın yaşama dair ve yaşamı süresi içerisinde gerçekleşmesini çok istediği, belki de gerçekleşmesinin olanaksızlığını bildiği halde, düşlediği ve kurduğu hayalleri vardır ya! Sadece kendine ait olan ve kimselere de zararı dokunmayan hayalleri.
Gerçekleştiği zaman da mutlu olacağına inandığı hayalleri.
An bu an işte!
Büyükada’ya gitmek ve bu muhteşem adanın, Marmara’nın büyüsüne kapılmak, havasını solumak da! AH! Hayal dünyamın içinde önemli bir yer tutmakta idi.
‘’Dudaktan Kalbe’’ dizisini izlediğim dönemlerde, diziden ziyade dizinin çekildiği mekânları izlemiş ve bir gün bu yerleri görebilmeyi canı gönülden istemiş ve dilemiştim açıkçası.
Sema Şener arkadaşım 18-19 Haziran’da MB yazarlarının Büyükada’da geleneksel Toplantılarının 3.sünü yapmayı planladığını söylediğinde nasıl sevindim, nasıl sevindim anlatamam.
Heyhat! Dileklerimin gerçekleşmesi bu an işte! Hem MB’nin 3. Geleneksel Büyükada toplantısına katılmak, hem de Büyükada’yı görmek.
Daha ne isteyeyim ki!
‘’Bir taşla iki kuş vurmak’’ başkaca tanımı var mı ki?
Her ne kadar; Hayal kurmam zaman zaman eleştirilse de! Ben kendimi ve hayallerimi dar kalıplar içerisine sokma taraftarı değilim.
Dileğim ve inancım şu dur ki; Hayallerimiz ve HAYALLERİNİZ eksik olmasın, hiçbir zaman.
‘’İnsanoğlu, hayal pilavı yediği sürece hayatın zorluklarına katlanma gücü bulur kendinde ve mücadele azmini elinde tutar’’ Demiş atalarımız.
Kim demiş? Bilmiyorum! Ancak! Doğru söylemiş.
Gelelim sadede; Kadıköy’den çıktık yola, dilimizde ‘’Ada vapuru yandan Çarklı’’ şarkısının nağmeleri.
Ada vapurunun güzergâhı, sırası ile Kınalı, Burgaz ve Heybeliada’dan, Büyükada’ya varış. İskeleden tekne ile Dil Burnu’nun ardındaki Yörük Ali tesislerine ulaşmanın heyecanı.
Görüntü muhteşem! Denizin çam ormanları ile bütünleştiği dingin, daha doğrusu uyuyan su misali bir koy Yörük Ali Koyu ve burada aynı isimle kurulu tesisler. Aman! İstanbul buraya mı akın etmiş ne? Çam ağaçlarının ve mis gibi çam kokularının arasına kurulmuş bungalovlar, plaj ve gazino, görüntü harika. Martılar deseniz çığlık çığlığa, şarkı mı söylemekteler? Ya da nağme mi yapmaktalar birbirlerine?
Bu organizasyonu gerçekleştiren ve biz MB yazarlarının bir araya gelmesini düzenleyen, gönül dostumuz, özverili arkadaşımız Sema Şener’e gösterdiği candan arkadaşlığı ve emekleri için teşekkürlerimi sunmayı borç bilirim. İyi ki varsın arkadaşım ve iyi ki varsınız arkadaşlarım ve İyi ki varsın MB.
Hoş sohbet, derin mi derin muhabbet ve büyük bir uyum içerisinde, birlikte yaşadığımız, güzellikleri, dostluğun dayanılmaz mükemmelliğini paylaştığımız iki gün. Bu zaman zarfında birçok MB yazarı arkadaşlarımız varlıkları ile toplantıya değer kattılar.
Tanıştık, hem MB’yi, hem de yazar arkadaşların paylaşımlarının nitelik ve nicelikleri konusunda, etik kuralları hakkında görüş alışverişinde bulunuldu.
Bu arada, kimin ya da kimlerin gizli editör olabileceği düştü akıllara, her ne kadar böyle bir olasılığın, zayıf bir ihtimal olduğu kanaatine varılsa da! Eh aklımızda soru işaretleri de kalmadı değil hani!
Kim bilir?
Ayrıca, Serhatt arkadaşımıza yeni yerleşeceği Foça’da ailesi ve sevdikleri ile mutlu bir yaşam sürmesi dileklerimizi ilettik. Meğer! MB’den aldığı telif ücretlerini, biriktirmiş de onlarla taşınacakmış Foça’ya. Bravo!!!! İyi fikir!!! Miktarını sorsak da beyan etmedi ısrarlara rağmen!!!
Mutlu ve sevinçli bir halde, yeni birlikteliklere yol almak adına, sevgi ile vedalaştık.
Yollar uzak, yollar yakın,
Yollar uzak, gönüller yakın,
MB’de bulunduğumdan mutluyum inanın,
HA! Kızmayın sakın!
Her daim de sözümün ardındayım,
Aile kavramının artık mecazi olduğunu anlayın!
Birlik ve bütünlük sağlamanın her dem ısrarındayım.
Ayşen Arslangiray Kura
20.06.2011/İstanbul

İstanbul'a sevgi yağmurları yağdırdım yine bugün


Yine yollardayım, seyyah misali. Muzaffer Cellek üstadın 'modern evliya' dediği gibi. Hani 18-19 Haziran’da Büyükada’da MB yazarlarının geleneksel toplantısı var ya! Düştüm yollara, bensiz olur mu aa? Yollar, aldı beni getirdi, kuş misali kendimi İstanbul’da buluverdim.
Leylekle anlaştık derken, bu kez Fatih Sultan Mehmet’le bozuşacağız gibime geliyor bu kez de! ‘’Ya kardeşim! Ne oluyor? İstanbul’u ben feth ettim sen ne yapıyorsun? Diyecek az kaldı.
İşin şakası bir yana; İstanbul gerçekten bir rüya. Ne gezmekle, ne de anlatmakla bitirilebilecek bir şehir değil. Tabii ki muhteşem güzelliğinin yanında, olumsuzlukları da barındırıyor ancak belki de ben onları görmekten imtina ediyorum diyelim. ‘O’ nu seven gözlerle görüyorum.
Gün ağarırken usul usul, saatler 04.50 civarında, feribotun en uç noktalarına çıktım. O anı yakalayabilmek adına. Her ne kadar fotoğrafçılık konusunda acemi olmakla beraber(Kurs müdavimi olarak bu kış da fotoğrafçılık kursuna gitmek var planlarımın arasında) birkaç an yakalayabildim.
Bugün, Kadıköylü idim. İstanbul’a, Kadıköy’e sevgi yağmurlarımı yağdırdım, Gönül pınarlarım çağıl çağıl çağladı. Sabahın çok erken bir saatinde vardım Kadıköy’e, sokaklarda tek tük insanlar, bir de taksiler. Hava da alabildiğine sisli, puslu ve de bulutlu idi. O da ne? Ege’nin sıcacık, pırıl pırıl Güneş’i de gelmiş benimle. Parlamaya başladı saatler ilerledikçe.
 Mado’da kahvaltı ederken, rıhtıma gelenler, işlerine gidenler, bir de karne günü malum, kalabalıklaştı rıhtım yollar, caddeler.
Canım arkadaşım Arife, beni bu güzel günde yalnız bırakmadı sağ olsun. Gebze’den geldi bir çırpıda hem de hiç üşenmeden. Çok güzel saatler geçirdik birlikte sohbet ve muhabbetle. Dedikodu falan neyim yapmadık valla. Kendimizi konuştuk, yavrularımızı. Bir de Büyükada’da geçirmeyi planladığımız harika iki günü. Dilerim sağlıkla geçer. Onu Gebze’ye uğurladıktan sonra, ver elini Kadıköy-Eminönü hattı, akşamüstü Boğaz turu. Boğazı bir baştan bir başa dolaştık. Vapurdaki herkesin elinde fotoğraf makineleri, tabii bende de. Soluduğum o güzel hava bir yana, gönül gözümle gördüklerimi fotoğraflarla sabitleştirme gayreti içinde, kova vapurla köşe kapmaca oynadım, bir sağ güverte, bir sol güverte. Çektiğim fotoğrafları da sizlerle paylaşmayı diledim âcizane.
Gün akşama doğru yol alırken, son noktayı Kadıköy rıhtımına yakın Chiken Last Stop’da koydum. Buram buram tarih kokan, bir mekânda hizmet vermekte. Ortam son derece nezih ve güzel. Hele ki duvarlarını süsleyen horoz ve tavuk figürlü karikatürler görülmeye değer. Yemekler gayet leziz, hizmet olağanüstü idi, abartmıyorum çok beğendim.
Yarın( bu gün) Büyükada’da ki toplantıya katılmak için yolculuk var. Burada ki güzellikleri ve hoşlukları da bir başka pilogda paylaşabilmek ümidi ve arzusuyla.
Sevgiler sunarım, devam ediniz okumaya.
Ayşen Arslangiray Kura
18.06.2011/İstanbul
Facebook:http://facebook.com/aakura
Twitter:http://twitter/#!/aysenkura

12 Haziran 2011 Pazar

''ANILAR BENİ RAHAT BIRAKIN''


Bu blog yazımı; ‘’Ankara iyidir hoştur güzeldir de nesini severim bilir misiniz? İstanbul’a gidişini! Yazan sayın arkadaşımıza nazire olsun diye kaleme almış bulunmaktayım!
Böyle biline!
Bir anılar yumağıdır Ankara içimde, gönül yâremdir. Her bir teli açıldıkça yenileri canlanır.
-Aman Sevdiye Hanım, senin kız yine elma ağacının tepesinde! Şimdi düşecek tepe taklak, alimallah bir yerleri kırılacak.
-Aaa ne güzel şort dikmişsin senin kıza.
-Hangisi?
-Pembe, hani fujya rengi olan şort etek.
-Eee ben onu daha kızın giymesine izin vermedim ki! Adamlık dikmiştim onu!  Ne zaman gördünüz ki? Allah Allah!
-Dün sokakta geziyordu üstünde.
-Gel bakayım buraya! Sen ne zaman giydin o şortu? Çabuk söyle bakayım!
-Dünnn! Sen yoktun ya evde. O zaman anne.
-Nasıl çıktın evden? Ben kapıyı kilitlemiştim!
-?????
-Söyle hadi söyle, bak karışmam sonra!
-Balkondan, kiraz ağacına çıktım oradan bahçeye, sonra da sokağa, aynı yöntemlerle de geri döndüm eve.
-Aferin!!! Sen deli edersin insanı. Çabuk ver balkonun anahtarını. Giymeyeceksin bir daha o şortu. Balkona da sokağa da çıkmak yasak!
-Niye diktin öyle ise anne? Ben giyemedikten sonra!
-Adamlık o adamlık. Sus konuşma! Karşılık veriyor bir de!
‘’Anılar beni rahat bırakın.’’
-Geceden beri hiç dinmedi mübarek, 80 cm. geçmiş yüksekliği, küremek gerek merdivenleri.
-Kızım! Koş topla o leğene karların bir kısmını.
-Neden anne?
-Halıları temizleyeceğim tertemiz kar suları ile.
-İyi de ben nasıl gideceğim okula?
-Herkes nasıl gidiyorsa, sen de aynı. Kızak mı tutayım şimdi. Düşe kalka gidersin.
-Yaa!! Düşersem sen de gülersin!
-Hadi gitmeyeyim de Gazi Osmanpaşa’ya çıkalım, kayalım kızakla.
-Çok konuşma, git topla karları. Marş marş okula.
Okul, Dil Tarih Coğrafya Fakültesinin arkasında, Atatürk lisesinin güya kardeşi, hepsinin öğrencileri, bizim çıkış kapısında, akşam olup da okul dağılınca! Annen! Hiç kaçar mı onlardan önce gelir kapıya.
Kolay mı? Haddine mi?  Hadi yaklaşsın biri yanına!
Pazar günü, en büyük lüksün kardeşinle gidersin Küçükesat Karınca sinemasına, tabii ki sinema çıkışı, annen yine kapıda karşında.
‘’Anılar beni rahat bırakın’’
Gazi Osmanpaşa’da Papazın bağı, lezizdir gözlemelerin tadı. İzin vermez iseler gitmene! Kırarsın okulu arkadaşların ile alırsın soluğu orada, sonunda yakalanmak riski olsa da.
Badem ağaçlarının muhteşem görüntülerinin altında şarkıların nağmeleri çınlar.
‘’Boş yere ağlama, kalbini bağlama Ankara kızlarına’’
-Baba! Vallahi biz kötü bir niyetle gitmedik ki Kuğulu Park’a, ders çalışacaktık inan ki bana!
-Kuğuları seyrederken mi?
-Evet!!!
-Ders kitaplarının üzerine süzülüp de kanat çırpıp, sularını silkelerken kuğular, hangi ders girdi bakayım aklına?
-İnan ki çalıştık baba!
-Ya!!! Kuğular mı süzüyordu sizi, yan masadaki delikanlılar mı?
-Bak! Bir daha duymayayım! Kara kaplı defterimde yazmaz bunlar! Ceza veririm sonra!
-İyi de babacığım! Nerede ‘O’ Kara kaplı defter?
-Tövbe tövbe! Konuşuyor musun hala? Hem suçlu, hem güçlü!!!
‘’Anılar beni rahat bırakın’’
Yaş 17, başarı ile mezun olursun okuldan. Gazi Eğitim Enstitüsü idealindeki okulun, gelince kazandı sonuçların, eteklerin zil çala çala, hazırlarsın kayıt evrakını. Sarı zarfın içinde sen onlara bakarsın, onlar sana. Yarın gideceksin kayda.
-Gel bakalım yanıma! Konuşalım seninle.
-Evet baba!
-Düşündüm, taşındım! Anarşi had safhada! Kardeş kardeşi vurmakta yollarda!
-Ben seni çok zor büyüttüm, hem de bulmadım sokakta.
-Niye bunları söylersin ki şimdi baba?
-Beni seviyorsan eğer! Yırtarsın o evrakı. Vazgeç! Okuma sevdandan. Ben dayanamam evlat acısına!
Hayat da senin, baban da!
Hayal olur okuma sevdan da!
Yaş 17, olursun devlet memuru. İçin kan ağlar, gözlerinde dinmeyen yaşlar. Şimdi bile okuyan her gence gönlün hayran. Kaldı ya okuma sevdan, içinde derin bir hüsran, varsa yardım edersin çevrende okuyan.
Akranların gezerken, el ele sevgilileri ile Tunalı, Kavaklıdere, Çankaya ve Kızılay, sen sarılırsın dört kollan, etrafındaki klasörler, dosyalar, Nuh nebiden kalma Facit makinan.
Sabah, Küçükesat’tan akasya ağaçlarının gölgelerinin altından, Dedeman, Bakanlıklar, işe gidersin kolunda baban. Dönersin akşam eve yine aynı yoldan.
Ulu ulu çınarlar vardır Kumrular Sokak’ta. Karşılıklı dallar sarılmıştır birbirine, göremezsin baksan da maviliği gökyüzüne. Bizim çalıştığımız işyerinin de yan kapısı bakar Kumrular sokağa.
-Baba! İzin verir misin bana?
-Ne için?
-Arkadaşlarım, gidecekler yemekten sonra Kızılay’a.
-Olmaz! Şimdi ne işin var Kızılay’da?
İzin vermez ise gitmene! Her şeye bulunur bir çare! Öğlen yemeğinden sonra baba dinlenmede, sen kırarsın kirişi yan kapıdan. Usul usul çınarların altından doğru Kızılay’a, sanki ne varsa orada? Hani yasak ya! Bilmez ki babası, kendi arkadaşları bile kızının suç ortağı. Ya da onlar öyle sanmakta!
-Baba!
-Efendim kızım?
-Bir şey itiraf etmek istiyorum izin verirsen sana.
-Gerçekten mi?
-Ben var ya ben baba, her gün senden habersiz gidiyorum Kızılay’a.
-Teşekkür ederim kızım, ben zaten biliyordum ama senin söylemeni bekliyordum.
-????
-Mademki dürüst davrandın, kurallarımı biliyorsun. Doğruluk ve dürüstlükten ayrılmadığın sürece her istediğini yapabilir, her istediğin yere gidebilirsin. Ben sana güveniyorum.
Yaşasın özgürlük!!!!!
Öğlen saatleri, Kızılay, Maltepe, İzmir Caddesi. Cumartesi günleri Çankaya, Kavaklıdere, Tunalı Hilmi. Akşam, sokak lambaları yanmadan eve gelirsin geri.
‘’Anılar beni rahat bırakın’’
Dostluk ve arkadaşlık bir başkadır Ankara’da. Yalnız gidemezsin yollarda baban olmazsa yanında. Vazife bellerler arkadaşların, mutlaka birinden biri yanında. Aman sakın ola da biri laf atar ya da takılırsa sana. Aman ha!
‘’Kartallar yüksekten uçar’’ sonra ne cevap veririz babana? Benim güvercinimi nasıl kaptırdınız bir kartala? Diye sorarsa!
Hepsinin kulakları çınlasın. Onların bu vazife şinaslıkları yüzünden, neredeyse evde kalacaktım! Az daha!
Kızılay’da Set Kafeterya, anılar her dem aynı canlılıkta. Doyamazsın hatırlı kahvenin tadına. Tabii yanında arkadaşlarınla(muhafızların).
Ya Çankaya’da Ata kule, ışıl ışıl Ankara’yı seyredersin doyumsuz güzelliklerini.
‘’Gülünce gözlerinin içi gülüyor, kendimi senden alamıyorum.’’
En sevdiğin şarkının nağmeleri halen kulaklarında.
Gün gelir, emeklilik vaktidir babanın, istisnalar kaideyi bozmasa da, her hanım köylü gibi davranır. Sen istemesen de aile İzmir’e yerleşmeye karar verir. Son ve kesin karar.
Atanırsın İzmir’e, işyerin deniz kenarında, baktın mı ufuklara, karşıda Karşıyaka. Ağlarsın, aylar boyu baka baka deryaya aklın, gönlün Ankara’da.
Yıllar geçer, alışırsın zor da olsa ayrılığa. Yüreğinin en güzide yerinde Ankara, yaşarsın Ege’nin rüyasında.
İstanbul’a olan sevgin ise bir başka derya deniz, sevgi seli.
Kısaca!
‘’Bir başkadır benim memleketim.’’
Her yakası ayrı güzel, ayrı cennettir.
Ne mutlu bilene! Zi’l-kıymettir.
Ayşen Arslangiray Kura
13.6.2011/ Kuşadası
Facebook:http://facebook.com/aakura
Twitter:http://twitter/#!/aysenkura

10 Haziran 2011 Cuma

ACI BİR MEKTUP ŞAFAK'IN ARDINDAN



Şafak Bay,
Mücadele adamıydın, yaşın daha 26, cesur ve yürekli.
Seni zamansız yakalayan amansız hastalığa sonuna değin başkaldırmıştın.
Tıpkı, KPSS sınavında atanamadığında! Senin durumunda olan öğretmenlerin sesi olmuş, ‘’Atanamayan Öğretmenler Platformu’’ (AYÖP) kurucusu olduğun gibi.
Hatta hastalıkla savaşın esnasında, kendi sağlığını bile ikinci plana atıp, açlık grevi yapmıştın hiç korkmadan.
Seni, ilk kez Okan Bayülgen’in programında tanımış, hasta olmana çok üzülmüş amma savaşçı kişiliğine hayran olmuştum herkesler gibi.
‘’Atanamadan ölmek çok ağrıma giderdi’’ demiştin.
O melun hastalığa ne yazık ki yenik düştün.
Eminim yüreklerde büyük bir burukluk bıraktın, benim yüreğimde de bıraktığın gibi.
Sevdiklerin, yarın seni Mersin’de sonsuzluğa uğurlarlarken, Türkiye’deki duyarlı insanların dualarının seninle birlikte olacağından hiç şüphem yok inan.
Ancak!
Atanamadan, şu fani dünyayı terk ettin ya!
En çok da bu üzüyor insanı inan.
Cennet olsun mekânın.

Ayşen Arslangiray Kura
11.6.2011/İzmir
Facebook:http://facebook.com/aakura
Twitter:http://twitter/#!/aysenkura

Hatıram Olsun!

Hatıram olsun!
‘’Bir kadın gittiğinde; peşinde neler öksüz kalır’’
Düşündüm! Düşünceye saldı hem de derin düşüncelere saldı bu sözcük dizesi beni!
Ya ben! Ya ben, gittiğimde peşimde neler öksüz kalır?
Tabii ki eşim, canım yavrularım ve biriciğim Batuş’um.
Sonra! Emek verdiğim, çok sevdiğim ve özlem duyduğum vefalı, şu an hemen hemen hepsi üniversitede okuyan, yurdun dört bir yanına hazan yaprağı misali dağılmış oğullarım ve kızlarım.
Sevgimi esirgemediğim ve beni sevdiklerinden bir gün bile tereddüt etmediğim arkadaşlarım ve can dostlarım.
Şiirlerimin mısralarını süsleyen, seyrine ve mis kokularına doyamadığım rengârenk çiçeklerim, yemyeşil yapraklarım, baharlarım.
İmbat rüzgârlarım.
Kıyısında kâh derin düşüncelere daldığım, kâh mutluluğu soluduğum denizim.
Mavinin tonlarına bürünen Sema’da bana göz kırpan yıldızlarım, Ay’ım, Güneş’im.
Öykülerim ve onları zaman zaman hüzünle kimi zaman da sevgi ile yazdığım kalemlerim, defter sayfalarım.
Boy boy renk renk simli, işli kumaşlarım, makaralarım ve yumaklarım.
Ya boncuklarım!
Her çeşidinden, alabildiğine hazinem boncuklarım, gecenin bir vakti uykumun arasında kalkıp da çizdiğim tasarımlarım. Bakmaya kıyamadığım ve kimseler kıyıp da veremediğim takılarım, boncuk tezgâhlarım.
Tuvallerim, yağlısı, kurusu, sulusu boyalarım. Koca eve sığdıramadığım bir dolu malzemelerim. Daha da sayamadıklarım.
Hepsi ama hepsi öksüz kalacaklar.
YOK! Hayır, yok gitmiyorum arkadaş!
Kıyamam hiç birisine ya da hepsine asla kıyamam. Öksüz bırakamam!
EĞER! Gidersem bir gün apansız!
Ya da ansızın ZAMANSIZ!
Bu satırlarım, hatıram olsun tüm sevdiklerime ya da beni sevenlere.
Ayşen Arslangiray Kura
11.6.2011/İzmir

Facebook:http://facebook.com/aakura
Twitter:http://twitter/#!/aysenkura

8 Haziran 2011 Çarşamba

Hüzün

Posted by Picasa

BİR RÜYADIR EGE'DE YAŞAMAK


Bir rüyadır EGE, yaşayanların hiç bitmesini istemedikleri.
Yemyeşil ovaları, mor dağları ve dağlarının doruklarında renkli sis bulutları, yol kenarlarında kır çiçekleri, yabani yaseminler, mor, beyaz, pembe çiçek açan zakkumları ve mis kokulu hayıtları ile bezenmiş bir rüya.
Zevkle yapılır, tüm yolculuklar EGE’nin yollarında, tabiatın muhteşem kucağında. Uzun bile olsa yolculuklar, sıkılmaz insan hiçbir zaman. Mis kokulu rengârenk çiçeklerle donanmıştır, meyve ve narenciye ağaçlarının güzelliklerinin seyrine olmaz doyum, huzur bulur ruhlar.
Ruhlar, daha bir özgürdür EGE’de, kısıtlanmazlar, tertemizdir, arıdır alabildiğine. Gezerler sevdanın renk renk gül bahçelerinde.
Yağan yağmurlar bile bir başkadır. Toprağın kokusunu özümser insan, yağmurun çisil çisil toprakla buluştuğu an.
Gün daha bir aydın, Güneş bir başka doğar EGE’de.
Batışını bile izlemek harikadır, grubun eşliğinde.
Akşam eşlik eder yasemin kokuları İmbat’ ın efil efil esişine.
Her dem aydındır insanları, AYDINLIK tır zihinleri.
Misafirperverlik en büyük hasletleri.
Hep düşündedir insanların, düşüncelerinin zirvesinde, gün gelip de EGE sahilinde, bir kıyı kasabasına ya da köyüne yerleşebilmek ve doğa ile baş başa yaşamak ve içine huzur veren havasını solumak, dilediğince ömrünün son demlerinde.
Kıyı kahveleri vardır şirin mi şirin. Dumanı buram buram tüten tavşankanı çayın yanında gözlemeleri ile meşhur.
Sevdikleri ile sohbetin tadına doyamaz insan, çayını yudumlarken.
Giderseniz, Ege sahilinde salaş bir meyhaneye, sandalye ve masalar denizin içinde. Ayaklarınız, buz gibi engin denizin serinliğinde.
Hasret şarkılarının nağmeleri ya da yöresel türküler çalınır, titrer gönül telleri, uçuşur kelebekler müziğin muhteşemliğinde.
Ordövr tabağı değildir size sunulan meze diye. EGE’de yetişen, radika, cibes, turp otu, ebegümeci ve hardal otlarının türlü versiyonlarıdır hazırlanıp ikram edilen, tadı damağında kalır insanın tabii yanında da bir iki, tek.
Sevda bir başka yaşanır EGE’de, sevgi ölümsüzleşir gönül deryasının en derinliklerinde.
Bir rüyadır EGE’de yaşamak.
Ayşen Arslangiray Kura
9.6.2011/ İzmir
Facebook:http://facebook.com/aakura
Twitter:http://twitter/#!/aysenkura

MİLLİYET BLOGUN DAYANILMAZ CAZİBESİ


(B) log yazmanın dayanılmaz cazibesi vardır,
(L) akin, konuları irdelerken ihtiyatlı mıyızdır?                                                                                             
(O) kuyanların aklında istifham yaratılmamalıdır!
(G) ün gelir yoksa! Toplum kabak gibi ortadan ikiye ayrılır!
İlginçtir insan hayatı!
Hayat boyunca yaşadıkları, sahip oldukları ya da elde etmek istediklerine ulaşabilmek için çırpınışları!
Hayatı, çoğu zaman sorgular, sorduğumuz veya cevaplarını aradığımız soruların varlığının çokluğu karşısında bocalarız.
Hangimizin hayatında soruların, yanıtlarını yanıp yakıla aradığımız soruların, var olmadığı bir an vardır?
An, saniye, dakika!
YOKTUR!
Hep ararız ve aramaktayız. Öyle girift olmuşuz ki sorularla! Sormadan, sorgulamadan yaşayamıyoruz. Tabii ki soracağız ve sorgulayacağız. Daha kaliteli bir yaşam yakalayabilmek,  bilgilenmek ve öğrenebilmek  adına.
Ancak! Her ne kadar sorgulasak da konuları, kişileri veya olayları, sorular da sorsak! Cevapları ararken asla kırıcı olmamalıyız.
Gönül saraylarını yıkmamalıyız!
Öyle bir gün gelir ki! İşin içinden çıkamayız. Hele hele de sorduklarımıza karşılık bulduğumuz cevaplar müphem ise! Durum hayli vahim bir hal alır.
Dizilir sorular bu kez daha fazla! Beynimizin içinde örümcek ağı kurar, eklenir ardı ardına zincir misali.
Kurt gibi kemirir, kemirdikçe de daha fazla hırçın ve kırıcı oluruz.
Akil olmalı ve aklıselim davranmalıyız. Başaramaz isek ne yazık ki! Soru işaretleri kelimelerin, cümlelerin ya da düşüncelerin ardı sıra dizilir çaresizce.
Babam geldi aklıma yine!
‘’Kızım, öyle davran ki yaşamın boyunca! Asla ve asla! İstifham yaratma ne bende, ne de başkalarında! Kendi hayatını da, kimselerin de hayatını zorlaştırma! Unutma! Zaman en iyi hakemdir. Bırakmalısın bazen olayları zamanın akışına!’’ derdi.
İstifhamın az olduğu ve esiri olmadığımız düşüncelerin usumuzda ve gönül deryamızda sağladığı rahatlıkla yaşamamızdır dileğim DAİMA.
Ayşen Arslangiray Kura
8.6.2011/İzmir

İstifham: eski dilde sorgulama, soru sorma
anlamında kullanılır. Bknz: Büyük Türk Sözlüğü

Facebook:http://facebook.com/aakura
Twitter:http://twitter/#!/aysenkura

Can Kırıkları

Posted by Picasa

ÖNCE

Posted by Picasa

Hata yapa yapa

Posted by Picasa

2 Haziran 2011 Perşembe

<iframe src="http://sizdensize.milliyet.com.tr/d/bant.html" width="100%" height="100px" frameborder="0" marginwidth="0" marginheight="0" runat="server" id="postedFileIframe"></iframe>

1 Haziran 2011 Çarşamba

ANLAMIYORUM Kİ?

Anlamıyorum ki?
Niye seçim yapıyoruz ki biz? Aslında!
Hiç anlayabilmiş değilim ki açıkça!
Ülkenin her köşesi, güllük gülistanlık da!
Tarım politikaları harika!
Ürünler mis gibi yetişmekte hibrit tohumlarla!
Raflarda GDO lu besinler çoğunlukta!
Hayvancılık deseniz problem yok hiç ortada!
Üretimi durduran büyük firmalar kapris yapmakta!
Heykeller sanat baş tacında!
Sanatçılar sahte tahtlarında oturmakta!
Yazarlar, çizerler sansürsüz meslek ifasında!
Hapishaneler, hücreler, farelerle yarenlik yapar durumda!
Can sıkıntısından boşlukta!
Kadınlar mutlulukla şakımakta!
Ölüm, dayak yanlarına asla uğramamakta!
Hiçbir sorunumuz yok ki aslında!
Komşularımızla sıfır sorun dış politikada!
Ekonomi süper bir hal almış!
Dış borç eksilmiş, milyar dolarlarda!
Çok şükür! Satılan kurumların yükü üstümüzden kalktığında!
İşsizlik yok desek! Yalan diyenin alnı karışlanmak da!
Biber gazının tadı, tadanların damaklarında!
Sağlık sistemi işliyor, sağlıkla tıkır tıkır tıkırında!
Fert başına düşen milli hâsıla tavanda!
Anlamıyorum ki?
Neden seçim var yurdumda?
Alt tarafı, hallolurdu meclisten çıkacak bir kanunla!
Her yöre de, renk renk bayraklar, afişler asılmak da!
Araçlar çeşit çeşit, bangır bangır yollarda anonsta!
Sanki su yakarmış gibi, mazot ve benzin yok da!
Bu kadar para, ödenen vergiler harcanmakta!
Ne gerek var ki? Seçim yapmaya!
İleri demokraside ilerliyoruz! Her şey yolunda!
Ne de güzel yönetiliyorduk! Tek parti iktidarıyla!
Anlayamıyorum ki?
Neden seçim var güzel yurdumda?
Ayşen Arslangiray Kura
1.6.2011/Kuşadası

DÖRT ÇILGIN KAFADAR

Yıllardan 1989, aylardan Ağustos, İzmir sıcak mı sıcak bunaltıcı günlerinden birini yaşamakta. Hava sıcak, nem yoğun, nefes alırken bile zorlanmakta insanlar.
Dört çılgın kafadarlardı onlar.
Ahmet, Ali, Yılmaz ve Hasan.
Dokuz Eylül Üniversitesi, İnşaat fakültesinin kampüsünde başlamıştı arkadaşlıkları. Kimi İzmir’den, kimi yakın illerden, kimi de ırak ellerden.
Hangimiz, unuttuk ki ya da unutabildik okul arkadaşlarımızı. Kiminle paylaştık en değerli anlarımızı, kimini yitirdik, kimiyle de sürdürdük dostluklarımızı.
İşte; bizim kafadarlarda, üniversite hayatının en güzel günlerini, kâh sevinerek, kâh üzülerek, iyisi ve kötüsü ile birlikte geçirdiler.
Gün geldi, afacan küçük çocuklar gibi haylazlık ettiler, kimi zaman da kafa kafaya verip okulu bitirme çabası ile gayret ettiler. Vizeler, finaller, nereden çıktı bu sınavlar diye hayıflandılar.
Sevdiler, sevildiler. Bazen terk eylediler, bazen de terk edildiler, ama hep sevginin kıymetini bildiler ve birbirlerini hiç ihmal etmediler arkadaşlık adına.
Derken aylar, yıllar aktı geçti, okulu bitirdiler.
O yıllarda, işsizlik bugünlerde olduğu gibi tavan yapmamış bir dönem olduğundan, karınca kararınca iş bulup, çalışmaya başladılar.
Ortak tutkularından biri belki de en önemlisi denize olan aşkları idi.
Günlerden bir gün; Hasan’ın çalıştığı, deniz kenarında bulunan, şantiyede buluştular akşamüzeri.
Hasan-Arkadaşlar, süper bir tekne siparişi verdim. Hadi gidip alalım. Bugün teslim almam gerekli.
Ahmet-Şimdi sırası mı? Biz bu akşam deniz kıyında eğlenmeye geldik, senin yanına.
Hasan- Olsun! Tekneyi alır, denizin ortasında yer içer eğleniriz, fena mı olur?
Ali- Tamam abi, hadi gidelim o zaman.
Yılmaz, seslenmedi. Dikkatle dinledi hepsini. Bakalım ne olacaktı, bu konuşmanın neticesi. Sessizce bekledi.
Ahmet- Oğlum! Evdekilere haber vermedik. Geç kalırız, merak ederler şimdi, burada telefon da yok.
Hasan- Bana mı sordun evlenirken? Karından izin al da gel!
Ahmet- Adamın kafasını bozma şimdi. Biz her yaptığımız işte izin mi aldık?
Ahmet- Ya senin eşin? Merak edip kızmayacak mı sanki?
Yılmaz, suskunluğunu bozdu.
-Hadi, ikiniz de yeni evlisiniz. Şurada karpuz, peynirle iki kadeh parlatıp, evimize dönelim.
Ali- yok be arkadaşım, tekne fikri benim kafama yattı. Hadi gidip alalım, hem gezer hem eğleniriz.
Sonunda; murat 124 e kurulup, Çınarlı’ya doğru, tekneyi almak üzere yola çıktılar.
2 metrelik fiberglas tekneyi alıp, tellerle arabanın üzerine bağlayıp, Narlıdere sahiline doğru yollandılar. Tekne aracın üzerinde eğreti durduğundan, yol boyunca da dördü de tek elleri ile tekneyi tuttular.
Her şey unutulmuş, sadece tekneye odaklanmıştı tüm duyguları. Evde bekleyen eşler, anne ve babalar. Önemli olan yeni tekne ve denizde yaşayacakları güzel anların hayali.
O tarihte, henüz mavi bayrak uygulaması yok. Yosunlar ve koli basili çok. Bu arada roman vatandaşlardan biri de atının günlük temizliği ile meşgul sahilde.
Deniz dalgalı, yosunlar kıyının tamamını ve denizin her yanını kaplamış vaziyette. Güçlükle, ittire kaktıra tekneyi denize saldılar, yosunları yara yara. Sevinç nidaları sahilin tümünü çınlatmakta.
Ortam öyle güzel, arkadaşlığın yüceliği o kadar derin ki ne yosunları gördü gözleri, ne de akıllarına geldi koli basili.
Güle oynaya, pür neşe, tekne ile açıldılar denizin enginliklerine.
Dört çılgın, içleri umut ve mutluluk dolu, şarkıların nağmeleri eşliğinde başladılar eğlenmeye.
O da ne?
Ahmet- Hasan! Ne yapıyorsun oğlum sen? Deli misin nesin? Ne işi var o şişenin denizde?
Hasan- Ya! Arkadaş, bardak almayı unutmuşuz. Şimdi dönsek olmayacak. Kadeh yerine bu şişelerle parlatacağız.
Ali- Len oğlum! Hayda! Deniz de mi yıkayacaksın o şişeleri?
Hasan- He! Ne yapayım şimdi? Bardak yaratacak halimiz yok ki! Denizin göbeğinde!
Yılmaz- Arkadaşım bu deniz pis ya! Hasta olacağız billah!
Hasan- Amma titiz adamlarsınız be! Alkol bu alkol, dezenfekte eder, var olan mikropları da öldürür. Söylenmeyin gari!
Dört neşeli çılgın! Eğlence alabildiğine,
Mehtap, katran karası denizin koynunda, oynaşır, denizde parıl parıl yakamozlar ışıldamak da dır.Bu arada evlerde bir telaş kıyamet, panik had safhada. Ne oldu diye beklemekte, bu arada da izmir kazan, onlar kepçe misali karakol, hastane aranmaktadırlar.
Ansızın! Motor susar, tekne kalır denizin orta yerinde, hepsi şaşkın!
Ah! Ne oluyor demeye kalkışmadan, yosunların teknenin pervanesine dolandığını fark ederler.Büyük bir çaba ile pervaneyi yosunlardan kurtarmaya çalışırlar. Hatta tepe taklak uzanırlar teknenin altına. Nafile!
Olmaz, olamaz başaramazlar.
Sonunda, çareyi denize dalmakta bulurlar, katran karası denize. Zar zor, bata çıka, uzun ve yorucu uğraşlar sonucunda tekneyi ve pervaneyi yosunların gazabından kurtarmayı başarırlar.
Artık! Evlere dönme vakti gelmiş ve geçmektedir. Kıyıya doğru yönelirler.
Şimdi! Asıl mesele; evlerde onları merak içerisinde bekleyip, aramakta olanlara durumu anlatabilmekte.
Evlerde, insanlar ağlamaları beğenememekte!
Nerede olduklarını, neden haber veremediklerini anlatabilmek bir yana, katrana bulaşmış yüzleri ve üst başları ile görüntüleri hayli gülünç. Bu hallerini gören aileler ve eşleri gülsünler mi, ağlasınlar mı? Bilemediler.
Daha sonra yaşananlar bilinememekte!
Tahmin etmesi zor olmasa da söylenememekte!
Hayat! Hazan yaprağı misali, savurmakta insanları ya hayallerinin peşinde, ya da kimi zaman uzak diyarlara bilinmezliklere.
Dört çılgın kafadar, halen o güzel arkadaşlık duygularını ve beraberliklerini yıllara rağmen sürdürmekte.
Kimi yad ellerde, kimi şantiyelerde başka başka şehirlerde.
Sahip oldukları dostluk, halen tüm hızı ile devam etmekte.
Zaten önemli olan!
Şu iki kapılı fani handa dostlarına, her koşulda sahip çıkabilmek değil midir?
Meziyet güzellikleri ve sevgiyi kaybetmemekte!

Ayşen Arslangiray Kura
30.5.2011/Kuşadası

KURTULAMAZ AZMİN ELİNDEN BAŞARI!


Yıl 2003, aylardan Kasım ayı, kışın yüzünü esirgemeden göstermeye başladığı günleri yaşıyorduk. Yağmurlar o yıl, mevsim normallerini de aşmış, yağıyor yağıyordu durmaksızın. Hani yağmur ağlıyordu derler ya, öyle bir kış karşılamasındaydık.
Sosyal Yardımlaşma projesinde çalışan bir arkadaşımın telefonu ile yoğun günlerim mutlu bir yoğunluğa dönüştü. Buca Lisesinde parasız yatılı bölümünde okuyan, ama bir öğrencinin üniversite sınavlarına hazırlanması aşamasında, yardımcı olup olamayacağımı sordu.
Kişilerin hayata bakış açılarının değiştiği, hayatı daha değerli kılan ve farklı gözlerle görmeye başladığı dönemler vardır, yaşamları süresince. Bu teklif de benim bakış açımın, değiştiği bir dönemin başladığı anın, başlangıcı oldu. Hem çok mutlu olmuştum, hem de onurlanmıştım.
Tabii ki, tereddütsüz hemen kabul ettim.
O gün okuluna ilk kez gidip, Mustafa(adını değiştirdim) ile tanışıp, nasıl ve ne günler çalışacağımıza ilişkin plan yapacaktık. Benim gideceğim de ona da bildirilmişti. Beni beklediğini biliyor ve böyle bir projede yer aldığım için çok heyecanlıydım.
Kul kurarken, felek gülermiş.
Oğlumun okuduğu okulda da Okul aile Birliği Başkanlığı görevini sürdürüyordum aynı zamanda. Okuldan çıkıp da Buca lise ’sine gitmeye hazırlanıyor iken, ansızın yine yağmur başladı ve şiddetini arttırarak yağmaya başladı. Öyle ki Buca’nın tüm sokak ve caddeleri sel sularına esir olmak üzereydi. Sanki koca ilçe dört bir yandan dere misali çağlıyordu. Abartısız ifade edebilirim ki, neredeyse sel suları, arabaların üzerinden aşmaya çalışıyordu.
Okulda, birlikte çalıştığım ekip arkadaşlarım; bu yağmurda gitmemin yanlış olduğunu ve bugünlük vaz geçmemi söylediler.
Hayır! Söz vermiştim.
İnatla yola çıktım. Tabiat şartlarına belki başkaldırı, belki de isyan duyguları içerisinde yola çıktım. Yürüyerek 10 dakikada ulaşacağım okula, minibüsle gitmeye çalıştığım halde, ancak bir saatte varabildim.
Yanılmamıştım! Beni bekliyordu.
Buca Lisesinde ilk kez Müdür yardımcısı ile karşılaştım, durumu beyan ettim. Haberi yoktu. Düştüğü şaşkınlığı, üzerinden hemen atıp, bize bir sınıf tahsis etti.
Daha sonra Mustafa ile tanışıp, nasıl ve hangi günlerde çalışacağımıza ilişkin plan yaptık. Haftada 3 gün saat 14.30 dan sonra çalışacaktık. Ben ona üniversite hazırlık test kitaplarından soruları okuyacak, o da doğru şıkları söyleyecek ve kontrol edecektik. Planımızı yaptıktan sonra, ilk gün yağmurun azizliğine uğrayan ben, sırılsıklam bir halde eve döndüm.
Ege’nin şirin bir ilçesinde yaşayan ailesinin 7. Çocuğu idi ve ne yazık ki doğuştan görme yeteneğine sahip olamamıştı.
Mustafa ile yedi ay süresince aralıksız ders çalıştık. Bu arada ona arkadaşlarımın desteği ile hafta sonları için ücretsiz dershane ayarladım.
Bakıp da, görebilen gözleri ile etrafındaki olanları göremeyen insanlardan daha akıllı, duygusal, çalışkan ve başarılı idi. Test kitabı yetiştiremiyorduk. Dershaneleri dolaşıp ona kitap bulmaya çalışıyordum. Arkadaşlarım da en büyük desteğimdi bu arada.
Aynı zamanda, son derece tok gözlü ve de onurluydu. Bir okul gömleği ile bir çift çorabı, bayramı bahane ederek zorla kabul ettirebildik eşimle.
Buca Lisesindeki öğretmenler de bizim çalışmalarımıza hem destek veriyorlar, hem de şaşmaktan da geri kalmıyorlardı. Eğer ki o yıl ben de sınava girmiş olsaydım kesin üniversiteyi kazanırdım zira öyle bilgi yüklenmiştik.
Diğer okuldaki ekip arkadaşlarım ki üniversiteye hazırlanan çocukları vardı.
‘’Sen hafta da 3 gün çalıştırıyorsun, bizim kızlara da şevk olsun 2 günde biz çalıştıralım’’ diye teklif ettiler.
Böylece biz, tüm ekip elele verip, başarı öyküsü yazmaya başladık.
Sınav günü geldi çattı. Mustafa’nın sınavı çok iyi geçti. Neticeler belli olduğunda hepimiz çok ama çok mutluyduk. Dokuz Eylül Üniversitesi Psikoloji bölümünü kazandı.  Arkadaşlarımın çocukları da başarılı oldular, onlar da üniversiteli oldular. Bu azmin zaferiydi. Birlikteliğin ve yardımlaşmanın eseri.
Tabii ki Mustafa’nın bitmeyen azmi, birçok öğrenciye kırbaç olmuştu.
Mustafa, üniversiteyi bitirdi ve şu an bir kurumda psikolojik danışman olarak görev yapıyor.
Her bayram ve özellikle anneler gününde beni asla unutmaz, arar ve kutlar.
Onurluyum, onun gibi bir evladım var.
Seviniyorum, başarılı olmasında ve hayata atılmasında az da olsa katkım var.
Mutluyum, hayata bakış açımın değişmesinde dönüm noktası yaşadım.
Karşılıksız sevginin ve yardımlaşmanın dayanılmaz yüceliğini fark ettim.
Her daim, insanlara el verelim derim.
Ayşen Arslangiray Kura
31.5.2011/Kuşadası