25 Kasım 2014 Salı

Ayakkabılar firarda!

http://blog.milliyet.com.tr/ayakkabilar-firarda-/Blog/?BlogNo=480999


Babasının elini tutmuştu sımsıkı. Daha az evvel döktüğü gözyaşlarının izi duruyordu solgun yanaklarında. Ayakkabılarının tabanları çıkmış, bir elinde tabanı çıkmış ayakkabısı ile seke seke dönmüştü okuldan, sokakta ezile büzüle, utana sıkıla. Yol boyu utancından iyice küçülmüştü. Göz ucuyla insanlara bakıyor bir yandan da tutamadığı gözyaşlarını, dudak kıvrımları arasında zapt etmeye çalışıyordu.

Eve ulaştığında artık hıçkırıkları çağıl çağıl çağlıyordu. Annesi şaşkın kapıyı açtı! ‘’Ne oldu?’’ Diye haykırdı. ‘’Düştün mü? Bir yerine bir şey mi oldu?’’

Sessizce uzattı ayakkabılarını! ‘’Bak ‘’ dedi. ‘’Bak…!’’

İşten yorgun argın gelen babası belirdi ardında. ‘’Tamam, hanım, bağırma çocuğa!’’

Uzattı kocaman ellerini sevgiyle minik kızın saçlarına, okşadı. ‘’Hadi üzülme, bırak ağlamayı da! Alırız yenisini.’’ Bunları derken düşündü bu arada da. Cebinde çok az para vardı. Bankalara kredi ödemesi yapmıştı. Hani o bitmez tükenmez banka borçlarını kıtım kıtım ödeyeceğim diye Ali’nin külahını Veli’ye misali, kırk takla atıyordu tabiri caizse. Hani ülkede kişi başına düşen milli hâsıla dolarlarla ifade ediliyordu da onlara nasip olmuyordu o dolar bazında söylenen paranın senti bile! Nasıl işse?

Kızının elinden tuttu, ayağına bir terlik giydirdi ve baba kız akşamın alacasında pazara doğru yol almaya başladılar. Allah’tan ki bu gün semt pazarı vardı. Ucuz yollu sergiden bir ayakkabı alacaktı çocuğuna. Cebindeki para ancak onu almaya yetebiliyordu! Olsun… Kızı ağlamayacaktı.
Aslında bilmiyordu!
Birkaç gün önce Çin’den ithal edilen, kadın, erkek, çocuk ayakkabılarında Kanserojen içeren zehirli madde Azor boyası tespit edilmişti.
‘’Milliyet Gazetesi'nden Tolga Şardan'ın haberine göre, İstanbul Erenköy Gümrüğü'nde incelenen 25 bin 510 çift ayakkabıda kanserojen madde olarak bilinen Azor boyaya rastlandı ve ithalat izni verilmedi. 20 Ekim'de yapılan tespitin ardından ayakkabılarla ilgili gerekli işlemler tamamlandı ve imha kararı alındı.
Tekrar TIR'lara yüklenen ayakkabılar Kocaeli'ndeki bir atık imha tesisine götürüldü. İşlem için tespit yapılmak istenince; kolilerde imha amacıyla gönderilen gerçek ayakkabıların olmadığı, daha önce piyasadan iade alınan eski ve yırtık ayakkabıların bulunduğu görüldü. Aralarında çocuk ayakkabılarının da olduğu kanserli madde içeren ayakkabıların izine rastlanamadı. Ayakkabıların bekletildiği antrepoyla ilgili inceleme başlatıldı.’’
Ve…
Şimdi O kaybolan ayakkabıların akıbeti meçhul!
Ayakkabılar kayıp!
Yenilerle, eskiler yer değiştirmişler bir çırpıda!
Kuş olup uçtular mı? Toz olup kondular mı? Bilinmez de!
O kanserli madde içeren ayakkabılar nerede, hangi pazar tezgâhlarında, hangi sokak arasındaki raflarda satılmakta! Hangi çocukların ayağında?
Ne vahim bir durum!
Biz ağlarken, kahrolurken bir çift kara lastiğin haline!
Şimdi binlerce çocuğun ayağına giyeceği kanserojen etkili ayakkabıların peşine düştük, düşmesine de!
Nerede? Nasıl? Kim bilir? Kim bulur?
Nasıl bulunur?
Belki ‘’O’’ küçük kız ağlamayacak bir müddet, yeni ayakkabılarını giyip okula gidecek, sevinerek!
Ya onun ve diğerlerinin sağlığını bekleyen büyük tehlike?
Bilemeyecek hiç kimse!
Birilerinin, 3-5 kuruş fazla para kazanalım hırsı; binlerce insanın sağlığını hiçe sayacak!
Her şey gibi, bu da unutulup gidecek!
Hayat, kör topal, öylesine devam edecek!

Ay Şen…

Yazarın notu;
Antik bir Hint masalı ile son nokta…
‘’Çok büyük ama aptal bir kral sert zeminin ayağını acıttığını söyleyip tüm krallığın sığır derisiyle kaplanmasını emretmiş. Ancak sarayın maskarası bu fikre kahkahalarla güldü; o bilge bir adamdı. Dedi ki: “Kralın fikri en basitinden komik.”
Kral çok kızmıştı ve maskaraya dedi ki: “Bana daha iyi bir seçenek göster yoksa öldürüleceksin.”
Maskara, “Efendim küçük bir sığır derisi parçasını kesip ayağınızı kaplayın” dedi. Ve ayakkabılar bu şekilde doğdu.
Bütün dünyayı sığır derisiyle kaplamaya gerek yok; sadece ayağını kaplamak tüm dünyayı kaplar. Bilgeliğin başlangıcı budur. ''
Ayakkabılardan önce, vicdan kayboldu!
Vicdan, cüzdanın ardında yok oldu!


20 Kasım 2014 Perşembe

''Bu tarz benim!''


Bir furyadır gidiyor günlerdir. Millet kilitlenmiş televizyonların önüne!
Efendim, sıra geldi 80’lerin konseptine!
Kim ne giymiş?
Nasıl gezmiş o yıllarda?
Elbette modayı takip edecek insanlar, elbette dışarı çıktığında ya da ev de bile olsa çeki düzen verecek kılığına kıyafetine.
Moda neymiş?
2 yılı aşkın bir süredir televizyon açmıyor ve seyretmiyorum ben!
Televizyonun ilk evlerimize geldiği yılları hatırlıyorum da! Siyah beyaz… Ne mümkün herkes alabilsin. Misafirlikler ‘’telesafir’’ bazen de ‘’ototelesafir’’ haldeydi. Saat 12 dedi mi yayın istiklal marşı ile nihayetlenirdi. Televizyonun denen cihazın evlerimize iyice yerleşmesi ve hatta aileden biri olup çıkması neticesinde; insanlar o cam kutudan bir türlü ayrılamaz, gözlerini alamaz hale geldiler. Zaten kitap okuma ya da okuma oranları ülke bazında istatistiki rakamlara göre yerlerde sürünürken, şimdi yüzdeler eskisinden de çok düşük ve her şeyi cam kutudan görür öğrenir oldu insanlar? Ne kadar? Haberler ve gerçekler, sana sunulduğu kadar! Ötesi yok! Bilmene de gerek yok!
Televizyonun insanlara sağladığı katkıyı, kişiler kendilerine göre değişik yönlerde değerlendiriyorlar. İnsanları eğitmesine gerek yok! Eğitim aracı da değil!  Maksat eğlendirmek mi yoksa insanların akıl ya da algı veya sorgulama yetilerinin uyuşturularak köreltilmesi mi? Ya da hepsi mi? Allah bilir! Dizi dizi diziler, çeşit çeşit programlar! Kazanılan paralar, reklam gelirleri ve cam kutuya kilitlenmiş insanlar! Gelsin artistler, gitsin artistler. Bir günlük şöhret bile yeter diyenler! Bunca yıldır ‘’biri bizi gözetliyor’’ gibi programlardan hangisindeki kişi ya da kişiler kaldı akıllarda veya ortalıklarda? Yok!
Bugüne değin belki binlerce insan geçip gitti bu programlardan, boy gösterdiler. Gün oldu kavga ettiler, gün oldu aşk yaşadılar kendilerince veya şarkı söyleyip şöhret kapılarını açmaya çalıştılar. Kimi özel yeteneklerini sergiledi, kimi göbek attı kim daha güzel atıyor diye, kimi sanat icra etti, kimi de komedi yaptı. Hatırlayabiliyor musunuz? Hangi programlar vardı ve kimler kaldı, bu suyun üstünde? Belki birkaç kişi! Gerisi, kuyruklu yıldız misali ekranlardan kayıp geçti!
Ya ülke gündemi?
Ülkede olup bitenler?
Gezi parkı!
Taksim!
Taksim’de bir saat durduk yerde yerinden vinçle sökülüp kaldırılan otobüs durağı! Otobüs durağının kaldırışına bakan insanların şaşkın bakışları! Neden? Ne için? Kim kaldırdı, bilen yok!
Yine söz konusu edeceğim ki unutuldu birçok yaşadığımız şeyler. Mesela Van depremi! Unuttuk… Unutturuldu! Depremden sonra insanların çektikleri çileler ve halen çektikleri.  Ne haldedirler? Ne yer ne içerler? Bu soğuk iklim şartlarında nerelerde kalır, nasıl yaşarlar?
Şehit babasının derme çatma kapısını eskimiş kilim parçası ile kapattığı kumdan evi!
Halen kayıp çocuklarının izlerini aramaktan yılmayan anneler!
Tersanelerde iş kazasına kurban giden işçiler!
Kaz dağlarındaki doğa katliamı ve eklenen yenileri!
Her gün katledilen şiddet mağduru kadınlar veya çocuklar!
Cinsel istismara maruz kalan yüzler veya binler!
Madenler!
Soma ve orada yitirdiğimiz canlar! Ardında yok ve yoksulluk içinde kalanlar! Çocuklar! Çocuk gülüşleri dudaklarının kenarında donup kalan çocuklar!
Sonra zeytinler!
Zeytinleri kesilmesin diye yerlerde sürüklenip dayak yeme pahasına nöbet tutan köylüler ve hüsran!
Kesilen zeytin ağaçlarından hasat yapıp 3-5 kuruş kazanayım diye çabalarken, yağ fabrikasından dönüşte trafik kazasına kurban giden insanlar!
Ermenek’te günler sonra suyun içinden birbirine sarılmış bir halde çıkarılan cenazeler! Cenazeleri çıkaran kurtarma ekiplerinin tutamadıkları gözyaşları!
‘’Bonzai’’ denen illete ve uyuşturucuya kurban verdiğimiz ve her geçen gün sayıları çoğalan gençler!
Sonra ‘’Bir çift lastik ayakkabı altında ezilen Türkiye’’
İçim ezik, ruhum buruş buruş!
Ben televizyon seyretmiyor, gündemi okuyarak ve kahrolarak izliyorum.
Nereye ve nasıl gidiyoruz? Onu da bilemiyorum!
Daha sayamadığım neler neler!
‘’Bızımla değilsın!!!’’
Değilim!
‘’Bu tarz da benim!’’  arkadaşlar!
Kimse kusura bakmasın!


Ay Şen

8 Kasım 2014 Cumartesi

''Zeytinyağlı yiyemem aman!''

http://blog.milliyet.com.tr/---zeytinyagli-yiyemem-aman---/Blog/?BlogNo=479341

Basma da fistan giyemem aman!
(Basma fabrikaları da kapandı ki! Bulursan giymemezlik etme sakın!)
Verin benim ağacımı geri!
Ben zeytinsiz yapamam aman!

Ne güzel türküdür, cıvıl cıvıl, kıpır kıpır...
Gerçi son zamanlarda cıvıldamak bile ''muhtemel suçlu'' kapsamında da!
Türküler de cıvıldamaktan geçti vaz!
Kuşların ağıtları avaz avaz!

Şimdi!
Sorsam ki size! ''Ağacı olmadan portakalı nereden bulursunuz?'' diye.
Sakın ola ''marketten buluruz'' cevabını vermeyin! Kahırdan asık yüzüme.
Ne alaka da demeyin!
Ha portakal, ha zeytin!
Ağacı olmadan, kökleri salınmadan toprağa...???

Kıyım kıyım kıyılır mı o güzelim ağaçlara?
Kıyılır!
Bugün binlercesine!
Yarın milyonlarcasına!
Hangi ağaca konacaklar şimdi ‘’O’’ kuşlar?
Hangi dalda şakıyacaklar?

Yemek tariflerinizden falan çıkartın zeytinyağını!
Artık, bir avuç zeytini bulamazken, nasıl bulacaksınız ki yağını?

Ağla eli kınalı anam ağla!
Ağla ki inleyen dağ taş dinlesin!
İstimlak paralarını alırken gülen gözlerin; şimdi yanıyorsa yasla!
Vakti zamanında düşünmeden oy verdiklerine; şimdi sırtını yasla!
Aslında benim kaygım değil sizin dökülen gözyaşlarınıza!
''Kendi düşen ağlamaz! '' demiş atalarımız UNUTMA!

Ben ağlarım.
Ben yanarım.
Yüzyıllar boyu hiç bir karşılık beklemeden, bıkıp usanmadan 
Ürün veren o güzelim ağaçlara!