20 Ekim 2012 Cumartesi

Biliyor musun?

http://blog.milliyet.com.tr/biliyor-musun-/Blog/?BlogNo=382851

Yine, sahilin tenhalığındayım bu gece

Sahil mi ıssızdı, ben mi?

Söyleyemem ki kimseye

Yine, gün batıverdi, bir çırpıda denize

Yine ram oldu yüreğim,  aşkın çaresizliğine

Biliyor musun?

Kaç Güneşler battı, özüm bilinmezliğe yol aldı?

Kaç mevsimler tükendi, baharlar, yazlar geçti?

Kaç geceler, yapraklar misali, soldu sarardı?

Kaç günler, günleri kovaladı, ümitlerle sarmalandı?

Biliyor musun?

Hep içimdeydi; bitmeyen özlemin

Hep baharları, yazları, nice mevsimleri tükettim,

Hep gelişini bekledim, ümitleri yoldaş edindim,

Hep gözlerimi, hüzün yağmurlarına esir ettim…

Biliyor musun?

Yine kasırgalar sardı; her  bir yakayı

Yine kuşlar göçürdü, bambaşka diyarlara, aşkı sevdayı

Yine sahil boyu, ıpıssız, sensiz, sessiz, sedasız

Yine ben kimsesiz, çaresiz, yapayalnız…

Biliyor musun?

…………..Ben bir kez sevdim

………….Seni yalnız seni

Sana rağmen sensiz…



 Ayşen Arslangiray Kura
Yitik bir zamanda

İşte hepsi bu

http://blog.milliyet.com.tr/iste-hepsi-bu/Blog/?BlogNo=383329


Tut ki deniz kıyısındayız ikimiz, yine o bildik meyhanede
Tut ki eleyiz, göz göze, diz dize, akar olmuş gönüllerimiz birbirine
Tut ki gül  bahçesindeyiz, sen bülbül, ben bülbülün gözbebeğinde
Tut ki aşk şarabını içmişiz kana kana, sevda dolmuş bir bir kadehlere
Tut ki tutku sarmış her yanımızı, ayrılıktan bize ne, bizden kime ne
Tut ki şiir olmuş sevgimiz, mısra mısra yazılmış, temâyüz etmiş her bir yerde
Tut ki tutsak olmuş yüreklerimiz, dökülmüş nağme nağme evrene
Tut ki tutuklu kalmışız aşkın büyüsünde, ben sende, sen sonsuza değin bende
Tut ki deniz sakin, kıpırtısız, bizi bekler yine ‘’O’’ bembeyaz tekne
Tut ki cennetteyiz, baş üstümüzde Tûbâ yaprakları, bürünmüş renkten renge…
Vazgeç!
Hepsi birer hayaldi
Hepsi bir masal
Hepsi rüya
Faraziye
Hepsi hepsi
Ben çok sevdim seni…
………………..Hepsi bu…


Ayşen Arslangiray Kura
Yitik bir zamanda

6 Ekim 2012 Cumartesi

Adı yok!!!

http://blog.milliyet.com.tr/adi-yok---/Blog/?BlogNo=382185#aCom
Adı yok!

Topraktı tüllere bürünen… Yağmur olup güllere nakşeden. Kor idi yangınları alazlayıp, kalplere götüren. An’dı, anı bitiren. An’dı ömürleri tüketen.
Adı yok!
Titredi gitti. Kayıp duyguların şehriydi ya da kayıp öykülerin limanı. Kayıp insanların sessizce sığındığı sığınağı…
Adı yok!
Çözülmeyen karelerdi. Sağdan sola, yukarıdan aşağıya. Bir siyah bir beyaz.  İçselliği derindi… Suskunluğu ah ah!!! Diye diye sessiz çığlıklara yüklendi…
Adı yok!
Buğulu gözlerin, mavisiydi, elası, karası. Yosun yeşili bakışların pişmanlığıydı. Çaresizliği, yitikliği. Bir bir gidenlerin yoktu geriye dönüşü…
Adı yok!
Kırık kırıktı… Hayallerde hüzün, umutlarda kayboluştu. Karmakarışıktı! Çilelerin, dolup dolup taştığı, derbederliğin son durağı…
Adı yok!
Kadehlerde nafile aranan teselli. Efkârın doruk noktası. Usul usul tükeniş, yavaş yavaş sona gidiş. Belki de son bekleyişti.
Adı yok!
Belki’lere bağlanan, acaba’larla beslenen, hayır’larla bitendi. Belki de son gemiye yüklenen ümitlerdi. Suya düşüp, batıklara terk edilendi.
Adı yok!
Belki de kaderdi… İsimsizdi… Kimliksizdi…
Adı yok!
Cevabı zor! 
                      Adı  S
                             E  L E M
                             V
                             D
                      Adı A Ş K
                                    Ü
                                    L
Biraz duman, biraz zaman, belki tutku, belki biraz sen, biraz ben…
ADI YOK!!!



Ayşen Arslangiray Kura
Yitik bir zamanda…



2 Eylül 2012 Pazar

Seher Yeli'ne kapıldı gitti!

http://blog.milliyet.com.tr/seher-yeli-ne-kapildi-gitti-/Blog/?BlogNo=377331


‘’Ey be Remazan, heyt be Remazan, nittin sen? Nerelere gittin sen? Sen gittin gideli; yer gök yarıldı. Kızların ağıtları dağları aştı. Gözyaşları dere oldu çağladı, denize karıştı da deniz de dayanmadı taştı; taştı da deli gibi kıyıyı birbirine kattı…!!! Hey be Remazan nerdesin sen? Nerde?’’

Sahilde mini minnacık, ufacık bir kıyı köyüydü. Minnacık köyün upuzun sahili vardı. Köyün ahalisi genelde balıkçılıkla geçinir, tek tük de tarımla uğraşırlardı. ‘’Vira Bismillah’’ deyip, gecenin bir yarısı balığa çıkarlar, öğlene yakın bir saate geriye dönerlerdi. Çoğu kez de tekneler taşardı avlanan balıklardan, öyle de bereketliydi köy de ekmek tekneleri deniz de. Bereket deyince; kızlar da bereketliydi bu minicik köyde. Al yazmalı Ferhunde, Sarı Çiçek Güzide, Pamuk Elli Gülfide,  Nur Kız bir de Karaca Kız.

‘’Hepsi de sevdalıyı bizim Remazan’a… Sanki dünyada başka delikanlı yokmuşçasına! Ah vira çapkın Remazan ah!!!’’ Uslanmadı ki bir türlü… Her birinde vardı gönlü. Ya da gönlünün bir bölümü… Dinlemedi ne ana ne baba, ne de büyük sözü! Ah bre Remazan ah!’’

Bu hikâyenin kahramanı bir kişi ya da bin kişi veya sayısız kişi. Ben diyeyim Remazan, sizin deyin kızçeler. Laf lafı açar, kiminin yok işi lafın belini kırar. Kiminin çok işi, lafı düğüm düğüm büker. Bükülen laf ortalığı terk eder, beli kırılan inim inim iniler.

Nur kız var ya Nur Kız; Bizim Remazan’ın essah yavuklusu. Hani beşik kertmesi misal. Bir içim su, gözleri boncuk mavi, bakışları derin mana içerikli. Deniz deniz kokar teni. Bir baktı mı erir insanın içi. Vay ki vay çenesi! Hiç susmaz ezeli beri. Remazan’ı bile bezdirdi canından kelli!

Pamuk ellim, beyaz tenlim, güzeller güzeli Gülfide… Hep mahzun, hep boynu bükük. Hiç gülmemiş ki yüzceğizi. Ana baba terk eylemiş vakitsiz bu âlemden, amca yenge kapısında eğlenmiş garip Gülfidem… Hep sığıntı, hep ikinci, hep Sindirella misali. ‘’Koş su getir! Koş inekleri sağ! Koş yemekleri hazırla!’’ Hep emir kipiyle hitap etmişler ona. Gönül bu ya ‘’O’’ da kaptırmış biçare gönlünü; Remazan’a! İçinde hep bir türkü tutturmuş; Remazan’a söyler dururmuş…

Al yazmalım, güzellerin hası; Anasının has kızı Ferhunde… Dağ çiçekleri gibi güzel, dağ çiçekleri gibi nadide, bir o kadar da nazlı… Eser rüzgâr misali, yürür sahilde. Görenlerin bir kez daha bakası gelir. Baktıkça el âlem, Ferhunde al güller gibi kızarır, kızardıkça bozarır. Kızılımsı saçları pürçek pürçek yazmasının altından Güneş’e yaslanır. Alevlere teslim olur yanar, yanar, yanar… Aynı yürek yangının kor alevleri gibi avaz avaz…

Güzlerin hüznüdür, hüznün şiir yazgısı Sarı Çiçek Güzide… Kar tanesi gibi bembeyaz duru teni. Savurdukça uçuşan, sapsarı saçları örter belini. Ya gözleri, ya gözleri? Zümrüt yeşili. Sesi güzeldir öteden beri. Yangın yeri güzel kalbi. Sabah akşam şarkılar söyler, elemli, hüzün yüklü, kederli. Umar, duyar belki enginlerde gezen, Remazan deyi deyi. Pek içten, pek yürektendir söylediği ezgileri… Ya da hüzünlü sitemleri…

Remazan, hani bizim kaytan bıyıklı Remazan! Bu kadar çiçekle bir olunca feleğini şaşırır! Bir gün Gülfide’ye, bir gün Ferhunde’ye, bir diğer gün de Güzide’ye sargın. Ortalıkta dolaşır darmadağın. Morumsu dağların, mor ezgilerine tutunur da, Nur Kız’a ne yalanlar kıvırır… Nur Kız önceleri aldanır, sonra… Remazan’ı bir duvardan, bir duvara savurur. ‘’Hani bendim sevdiğin? Diye… Remazan’ın ciğerini kavurur.

‘’Vay Remazan vay, vay ki vay!!! Daha ne yollar var! Yorulacağın, yakın sanıp koşacağın, Koştukça yanacağın ne yollar…!’’

Günlerden bir gün, mini minnacık köye; bir kız gelir… Eteklerini sürüye sürüye… Karaca Kız onun adı… Hiç birinde yok mağrur bakışları. Kirpiklerinin ardında, kapkara sürmeli gözler… Süzer de süzer… Adımları yok gibi, yürüyüşü edalı. İncecik beline takmış gümüş kemer, başında yemeni ne gezer? Karaca kız belli ki şeherli, başında kenarlıklı şapkasından belli. Yürüdükçe dağılır, ezilir, ufalanır sanki yerlerdeki Arnavut kaldırımı taşlar bir bir. Bizim Remazan’ın yüreği pır pır. Taşlar gibi ufalanır, Remazan’ın da gönül direği.

‘’Hani boncuk dağıtırdın kızlara birer birer? Ne oldu bre Remazan, neden ezilirsin sevda yükünün altında? Neden?’’

Karaca Kız umarsız, yangının alevlerine pek bi duyarsız!

Remazan, gider balığa… Boş gelir her avdan sonra… Kızlar şaşkın, Remazan derbeder… Aşk bu ne zaman geleceğini söylemez ki! Gün güne eklenir, aylar geçer sevda ateşi dinsin diye beklenir. Bizim Remazan, nerdeyse sandalda kürek misali debelenir. Bir sağa, bir sola… Çaresiz, gönül sultanına maniler dizelenir. Martılardan medet, rüzgârlardan ümit beklenir de! Yok!!! Karaca Kız’dan hiç ümit yok!

Remazan, seher vakti alır yeli ardına, çıkar gider balığa… Gidiş o gidiş… Bir daha ne gören olur. Ne akıbetini bilen. Kızlar sıralanırlar kıyıya… Günlerce beklerler, Remazan dönecek diye. Ağıtların bini bir para. Yaşlar akar sıra sıra.

Ne haber gelir enginlerden, ne de Remazan döner, gittiği seferden…

Laf lafı büker, laf lafı ezer geçer… Köyün ahalisi halen laf-ü güzaf eder.

‘’Her çiçekten bal almaya kalkarsan! Gün olur bal vermeyen çiçek uğruna, bal tutamaz arıya dönersin Remazan!’’

‘’Her kadından bir parça alıp, kafana göre kadın yaratmaya kalkarsan! Gün olur çetin bir cevize toslarsın Remazan!’’

‘’Gün olur Seher Yeli’ne kapılır, bilinmeze yol alırsın Remazan!’’

‘’Heyt be neredesin bre Remazan?’’


Ayşen Arslangiray Kura
3 Eylülde/ İzmir’den






8 Ağustos 2012 Çarşamba

Ey sevgili


Ey sevgili,
‘’Akrep’’le yelkovan, buluşmak için
An’ı kovalarlar…
Bilmez misin?
‘’Sevgi’’ İmbat’ın efil efil esintisiyle yönelmiş mor dağlara,
Hissetmez misin?

Ey sevgili,
Baktığın her yerdeyim…
Ümit deryasının derinliklerinde,
Denizin uçsuz bucaksız maviliğinde…
Martıların sevinç dolu çığlıklarında,
Kıyıda terk edilmiş sandalın yanı başında,
Gönüldeyim…
Görmez misin?

Sen!!!
Kayıp şehrin, kayıp bir hikâyesinin
Başköşesinde,
Ben!!!
Gaipten gelen ‘’UMUT’’ ecesiyim…
Bilmez misin?

Sen!!!
Son nefesime değin, yüreğimin taaa içinde
Yaşıyor ve yaşarken
Ben!!!
Kayıp şehrin rüzgârı olup,
Hep sana eseceğim.

İster misin?


Ayşen Arslangiray Kura
Yitik bir zamanda


                                                                              

6 Ağustos 2012 Pazartesi

''Ağlama değmez hayat! Bu gözyaşlarına!''

http://blog.milliyet.com.tr/--aglama-degmez-hayat--bu-gozyaslarina---/Blog/?BlogNo=373878





‘’O’’ Ebabil kuşuydu,
Yandı bitti, kül oldu.
Ansızın, bir gün…
Küllerinden yeniden doğdu!’’

Iğıl ığıldı duygular, karman çorman karışmışlar
Alevlerin kızıllığında koyulmuş; avaz avaz yanıyordu haykırışlar
Güllük gülistanlık bahçelerin; solan ne ilk gülüydü, ne de son goncası
Dikenlerle alabora olmuş alacası…
Yaprak yaprak dökülen hayat romanımın son noktası…
Ay ışığının sonatı...
Masalsı, masalımsı…

‘’Bir gül’’ dedim!
Bir gül!
Güller açsın, gönül bahçemde
Bitmeyen çilekeş ömrümde
Sonsuzluğa terk edilmiş şiirimsin, son demlerimde…

Şimdi!!!
Meçhule giden ‘’O’’ ıssız geminin güvertesindeyim
Yalnız, yapayalnız…
Uçuşan, uçurtma kuyruğuna taktığım tüm söylenmemiş sözlerim
Yaralı bir ceylan gibi ürkek yüreğim
Us ’unun bilinmez bir köşesinde; hatırlamanı beklerim
Hem ağlarım, hem giderim…
Deniz!
Kükrer!
Kükredikçe köpük köpük dalgalanır, dalgalar acımasızca kıyıyı döver
Hep ağlar ki kıyı; sessiz sessiz, sessiz ve sensiz…
Ufkunda karışmış maviler
İnim inim iniler morumsu lacivertler…
Hep serkeşti ki martılar; birer birer kırıldı buğulu kadehler
Birer birer söndü gözlerdeki ferler
Hep buğuluydu ki kadın; çığlıklarıyla kahırlanmıştı hüzünler…

Ayrılık!
Aşk ateşten gömlek…
Doru atın terkisinde uçar gider doludizgin bambaşka diyarlara
Meşk! Çırpınır yalnızlığın pençesinde, savrulur bir o yana, bir bu yana
Bilemezsin ki gider hangi yana?
Ah ayrılık!
Boğazımda düğümlenen, binlerce hıçkırık…

Özgürdü balıklar!!!
Birer birer telli kavağın biçare dallarına tutunmuşlar
Göç etmiş kırlangıçlar, ürküp kaçışmışlar…
Arz’ın merkezinden esmiş; ümitlerin esiri delice rüzgârlar
Sular soluksuz; Sema’yı mesken tutmuşlar…

Lâl olmuş diller
Sus pus tüm sözcükler!
Yıkılmış boşa kurulan, mavi düşler!
Bir daha dönmemiş ki geriye, gidenler!

Bir kadın yitip gide
Bir kadın öle
Bir kadın… 
Belki de bir nefes ötede…

Ayşen Arslangiray Kura
Yitik bir zamanda


30 Temmuz 2012 Pazartesi

Son ümidi de uğurladım


Yıpranmış gardaki bütün vagonlar
Birbiri ardına sıralanmışlar
Yaşanmışlıklar, yaşanamamışlıklar
Eskimiş gitmiş O gülen bakışlar
Fersiz!
Ümitsiz!
Belki de kimsesiz!
Belli ki çaresiz!
Belki son seferdi bu!
Belkilere sığınmış bir gönül yarası bu!
Belki de yitirilen son kırıntıları umudun!
Eski bir tahta bavul
Kapağı kırık!
İçinde yazılmış günlükler, yazılamamış sevgiler
Soğumuş yürekler
Bir de bir kaç tane bez parçası
İplikleri sökülmüş hayatın yansıması!



Vagonun penceresinden bakarken bana
Süzüldü bir damla yaş usulca
Pek içli bakışları vardı da
''Ağlama!!!''
''Sakın ağlama!'' Dedim.

''Kırılıp döküldün
''O'' yıkık harebelerin arasında
Yaşam savaşı veren
Rengarenk çiçeğimden ne istedin?''

''Sen değil miydin?
Kucak kucak gönlüme dökülen...
Sen değil miydin?
Sevda bahçelerinde zamansız gezdiren...
Sen değil miydin?
Çoşkuyla gelen, gelip de ansızın yiten
Sen değil miydin?
Sonra günlerce yol gözleten!
Sen değil miydin?
Tek bir heceye günlerce hasret bekleten!''

Topladım tüm can kırıklarımı,
Gömdüm eşsiz büyüklükteki sevdamı!
Başımda eser seherin deli yelleri
Yüreğimde çözemediğim bir yığın çelişki
Takaatim bitti!

Uğurladım...


Ayşen A.K.
Kim bilir ne zaman?






24 Temmuz 2012 Salı

Yine!!!




Her çalındığında kapım, koşuyorum sen diye!
Ya da telefonun zilinde
Yüreğim elimde

Postacıya bile bahşiş verdim
O günden beri gelmedi geriye

Mahzun gözlerim
Ağlamaklı!

Her gün ‘’O’’ sokağın başında
Bekliyorum belki, belki gelirsin diye…

Dün gece sahile gittim yine!
Durdum baktım…
Saatlerce kaybolduğumuz enginlere
Omzuna yaslandığım anların, anılarıyla avundum yine…
Belki de sen vardın ‘’O’’ kıpırtısız teknede
Seni sordum batan Güneş’e

Ürperdim

İrkildim

Bir el tuttu kolumu!
Usulca sarıldı
Kapladı tüm benliğimi yine…

Teselli etti!

‘’SEN’’ dedi!
‘’Sen, zaten benimle değil miydin yıllardır?
Kalabalıkların içerisinde
Çaresiz
Kimliksiz
Kadersiz yüreğinle!
Ne değişti ki?
Ne bekledin ki?
Bak Yar’ınım, Yâren’inim ben yine!
Yalnızlığım! Deyip geçme!
Asla terk etmem seni
Sen istesen de, istemesen de’’

Ben
 Yine!!!
Çaresizim
Yine sensiz
‘’Yalnızlığım’’ Değişmez kaderim!
İstesen de, istemesen de!!!


Ayşen Arslangiray Kura
25 Temmuzda/İzmir’den

17 Temmuz 2012 Salı

İzmir'in gönüllerde yaşayan tarih abidesi; KIZLARAĞASI HANI

http://blog.milliyet.com.tr/izmir-in-gonullerde-yasayan-tarih-abidesi--kizlaragasi-hani/Blog/?BlogNo=371004


Kocaman adam, devasa gövdesinin yanında; minicik bir serçe gibi titreyen küçücük çocuğun elinden sımsıkı kavramıştı. Çocuğun gözyaşları kara derisinin üzerinde, yol yol iz bırakmıştı. Korkak ve ürkek bakışları moraran gözaltlarında batmıştı sanki batan gün gibi. Soluk ve fersiz.

O, karanlık ve izbe, nasıl bir yer olduğu meçhul hangarda yaşadıkları! Çektiği tarifsiz acılar… Korsan gemisinden indirildikten sonra sürüklenerek götürüldüğü ‘’O’’ yer! Ne kadar kaldı? Kaç gün geçti? O minik bedeni o işkence misali işlemlere nasıl tahammül etti? Zaman kavramını yitirmişti! Yalnız yitirilen zaman mıydı? Günler belki de haftalar sonra ateşler içinde yanan küçük çocuk biraz iyileşmiş ve ayağa kalkmıştı da hayatının belli ki en önemli kesitini ardında bırakmıştı. Acımasız ellerin ellerinde; yitip giden erkekliğini de…

Oysa daha çok küçüktü. Ama küçük olması adamların işine gelmişti. Çabuk toparlar demişlerdi. Gerçekten hızla iyileşiyordu da yaralanan ruhu, ya yaralanan ruhu. İşte o nasıl iyileşirdi bilinmez!

Annesinin onu gemideki korsanlara teslim edişi geldi gözünün önüne. Kıvırcık siyah saçlarını parmak uçları ile tel tel taramış,’’ Oğlum git bak, bundan sonra daha iyi bir hayat bekliyor seni. Açlık ve sefalet çekmekten kurtulacaksın. ‘’ Demişti. Ne bilsindi ki? Kadın çocuğunun ıstırap dolu günlere, çekilecek çilelere saldığını. Ne bilirdi ki?

Sarayın avlusundan birlikte girdiler. Gözlerine inanamadı. Ne büyük bir yerdi burası. Yanındaki adam, kapıdan Yaprak Ali Ağa’ya teslim etti onu. Sarayın Harem bölümüne erkek sinek bile giremezdi ya!!! Küçük Beşir artık Yaprak Ali Ağa’nın çırağı olarak sarayda yaşayacak ve eğitilecekti ve nitekim e böyle oldu.

Yıllar yılları kovaladı, küçük Beşir delikanlı oldu. Padişah III. Ahmet’in hizmetinde bulundu uzun süre hatta Hazinedarı bile oldu da nedendir bilinmez, Kızlarağası Süleyman Ağa ile birlikte Kıbrıs’ta yaşamaya mecbur edildi. Sonra Mısır ve Hicaz… Bu arada da Hacı oldu Beşir Ağa…

1717 yılında affedilerek saraya geri çağırıldı ve Kızlarağası olarak atandı. Uzun yıllar boyu hatta I. Mahmut’un ilk dönemleri de olmak üzere Kızlarağası olarak 30 yıl görev yaptı sarayda.

Hacı Beşir Ağa kendini hayır ve vakıf işlerine adadı bu geçen yıllar boyunca, sayısız cami, medrese, külliye ve çeşmeler yaptırdı hayrına amma ‘’O’’ melun yerde yaşadıklarını ve yitirdiklerini hiç unutmadı ömrü boyunca…

İstanbul’da yaptırdığı sayısız eserden sonra, 1744 yılında İzmir’de Kızlarağası Hanını yaptırdı. Büyük Vezir Han’dan esinlenerek yaptırılan Kızlarağası Han; Şu an Türkiye’de ayakta kalan 10 handan biridir.

1)Çengel han(ADANA) ,2) Kızlarağası Han(İZMİR),3) Taş Han(İST.)4)Rüstem Paşa Hanı(ERZURUM),5) Taş Han(TOKAT), 6)Vezir Han(KAYSERİ),7)Zincirli Han(İST.)8)Alara han(ALANYA),9)Velipaşa Han(ÇORUM) ,10)Hekim Han(MALATYA)

Osmanlı hanları arasında en özgün özelliklere sahip hanlardan biridir Kızlarağası Han. Bir zamanlar deniz kıyısına inşa edilmiş olmasına karşın, zamanla denizin dolması ve jeolojik hareketlerden dolayı şu an 200 metre kadar denizden uzak durumdadır. Osmanlı mimarisinin günümüze yansıyan seçkin örneklerinden biridir.2 katlı olup, 4000 metre kare dikdörtgen alanı kaplayan ve 1. Katında 600 metre kare avluya sahiptir. Güney kısmında CEVAHİR Bedesteni,  kuzey kısmında; BAKIR ve ÇUHA Bedestenleri ve bedesten kapıları mevcuttur. Üst katında ise 73 adet oda bulunmaktadır. Zamanında; bu odalar ahşap tabanlı, ocaklı, nişli olarak inşa edilmiş ve içlerinde yer döşeği, lazımlık, kandil ve tütün lülesi ile döşenmiştir.  Han 1778 yılından 19.yüzyılın son çeyreğine değin, ticari kapasitesinin en yüksek kullanım dönemine sahip olmuş ise de daha sonraki yıllarda deprem ve bakımsızlıktan kaderine terk edilmiş bir halde iken, 1993 yılında restorasyonla yeniden eski ihtişamına kavuşmuştur. Halen Kızlarağası Hanı, İzmir’in gönlünde, bir tarih abidesi olarak yaşamaktadır. Yıllar önce konaklamak için kullanılan odalar şu an birçok ticarethaneye ev sahipliği yapmaktadır.

Girişte; yıllar önce kervanların konakladığı avluda ve hanın birçok yerinde İzmir’in meşhur FİNCANDA KAHVE’sinin sunumunun yapıldığı yerler bulunmaktadır. Yerli ve yabancı turistlerin yoğun ziyaretine mazhar olan hanın, her bir yakası buram buram tarih kokmakta ve ziyaretçilerine mistik bir hava yaşatmaktadır. 

Büyük ihtimalle Hacı Beşir Ağa’da miras bıraktığı diğer eserler gibi, bu muhteşem eserle de gurur duymaktadır.  Yaşadığı her acıya rağmen!!!!

ŞİMDİ!

Tatil zamanı… Mutlaka EGE’ye yolunuz düşecektir bir vesile ile… Hele İzmir’e uğrar iseniz… Kızlarağası hanı gezmeden, bir fincan kahvemizi içmeden geçmeyin derim.

Bir fincan kahve olsam, kırk yıl hatırım var mı? Demiş şair…

Sevgilerimle…


Ayşen Arslangiray Kura
17 Temmuzda/ İzmir’den

8 Temmuz 2012 Pazar

Sözcükler!!!


Görsel internetten alıntıdır...

Mini minicikler, boylarına bakmadan kendilerinden, büyük anlamları yüklenmişler, paha da ağır…
Sevinç dalgası gibiler bazen
Bazen de hüzün; dağları bekler…
Vedalara mahkûm, ayrılıkların küstüm çiçekleri sözcükler…
Bir bir cümlelere zincirlenen,
Satır aralarına usulca gizlenen,
Mucip muzip gülümseyen,
Gören gözlerce sezinlenen,
Şifreli, kilitli anahtarsız sözcükler…

Dil yâresi,
Gönül paresi,
Söyleyenin sesi,
Aşk masalının vurucu hançeri,
Yalın, duru, riyasız, kalbin çilekeşi sözcükler…

Hain sözcükler…
Koca bir ömrü tüketirler…
Boğum boğum boğulan, düğüm düğüm, çözülemeyen,
Gözü kara, kırık dökük sözcükler…
Yılgın yüreğin, yorgun tezahürü
Vurgun yemiş sözcükler…
Ateş böceği gibi ateşe koşan,
Ateşlerde yandıkça, alev alev tutuşan yangın sözcükler…
Kavrulan, kavruldukça küllerini savuran,
Maskelerin ardına sığınan, biçare sözcükler…

Hülyalara daldıran,
Çölde serap sandıran,
Hayata bağlarken, tepe taklak dibe atan,
Ölüme kucak aralayan firari sözcükler…
Dağların doruklarında kelebek,
Ömrü kısacık kadersiz sözcükler…
Rengârenk balonlar gibi uçuşup, ufukta kaybolan yitik sözcükler…

Âşık atışması,
Bir o yakadan, bir bu yakadan…
Yollar uzak, yollar yakın,
Uzakları yakın kılan uçuk sözcükler…
Okunan, okunamayan
Anlaşılan, anlaşılamayan
Anlatılan, anlatılamayan
Anlamlandırılan, anlamlandırılamayan,
Sevgiyi, yol üstünde yaya bırakan acımasız sözcükler…
Bilinen, bilinemeyen
Yüreği sonsuzluğa sürükleyen vefasız sözcükler…

İçimde volkan gibi coşan
Coştukça pınarlar gibi çağlayan,
Çığlıkların seli çılgın sözcükler…

Bitti derken, yeniden doğan
Bebek masumiyetindeki saf, günahsız sözcükler…

Farz edin ki kırgınım size!
Farz edin ki tutunamadım hiçbirinize!
Farz edin ki umut bağladım hepinize!
Farz edin ki ümidim, hem iyinizde hem kötünüzde!
Farz edin ki sevdam da tutkum idiniz!

Kırgın yüreğimin çaresi,
Tesellisi olacak güçte misiniz?
Yoksa!
Yoksa yine son umudum siz misiniz?
Sözcükler!!!
Söyleyin!!!
Neredesiniz?

Ayşen Arslangiray Kura
9 Temmuzda/ İzmir'den

27 Mayıs 2012 Pazar

Tutmayın beni! Porno yazmaya karar verdim!!!

http://blog.milliyet.com.tr/tutmayin-beni--porno-yazmaya-karar-verdim---/Blog/?BlogNo=364625



Rengârenkse kategorin,
İstediğin konuyu seçersin!!!
Neyi yazacağın senin tercihin!
Felsefe, edebiyat ya da sufizm!
İlim, irfan, bilim…
Demedi demeyin!!!
Sayaçlar düşmüş kuyuya,
Tıklar çırpınır derin sularda!
Savrulmaktalar, bir o yana, bir bu yana!
Gündemi… Sakın ola ki yakalamaya kalkma!
Kulağından çekerler sonra!
Silivri yolları taştan!
Yazmadan evvel düşünmeliydin baştan!
Şiirler ah o şiirler,
Gönül tellerini titretirler…
Öykü kurgula!
‘’Yoksa..! Bunlar senin yaşadıkların mı haaa?’’ Diyenlere!
Boş versen…! Kulak asma!
Kültür- Sanat
İlgi çekmezse! Dür defterini arşive at!
Anlat… Kahvaltı yaptığını, balkondaki çiçeklerini anlat!
Futboldan sana ne?
Elinin hamuru ile (er) işine karışma!
Burnunu sokma öyle bilip bilmediğin her işe!
Otur evde… Nakışını işle.
Kürtaj mürtaj!!!
Haşa!!!
Bu tür konulara katiyen değinme!!!
İroni yapmak senin ne haddine!
Durup durduğun yerde!
Fincancı katırlarını da ürkütme!
Siyaset!
Sen… Yemek tarifleri ile idare et!
Yaz… Yaz… Yaz…
Bahar geçti, geliyor sıcacık yaz!
Çiçekleri yaz… Böcekleri yaz…
Yazacak konu mu yok!!!
Gezi, tatil! Çek kare kare fotoğrafları!
Sırala galerileri!
Porno morno senin neyine!!!
Otur oturduğun yerde!
Bloggersın sen blogger kal!!!


Ayşen Arslangiray Kura
28 Mayıs’ta/Kuşadası’ndan…


16 Mayıs 2012 Çarşamba

Zaman Fenerbahçe'yi kutlama zamanıdır



Bardağın dolu tarafına bakabilmek.
Bakmak ve görebilmek.
İşte budur bütün mesele!
Kimileri yine Pollyanna dese de!
Bu duyguyu yaşamak, hissedebilmek hatta yansıtabilmek de önemli aslında.
Kavgasız, gürültüsüz,
Neşeyi, sevinci, heyecanı paylaşabilmek.
Hiç değilse; tüm toplum olarak, sporda ayrışmamayı başarabilmek.
Hangi takımın taraftarı olursak olalım, başarıyı ve başaranları alkışlayabilmek.
İşte budur bütün mesele!
Tüm sezon süresince; çekilen onca sıkıntıya inat,
Bıkmadan, usanmadan ve asla yılmadan
Yarıştan kopmayan…
Başarıya, sonuna değin inanan,
Kocaman bir takım, kocaman bir camia, kocaman taraftar ve 29 yıl aradan sonra Türkiye Kupasına 5.kez uzanan…
FENERBAHÇE
19 Mayıs’a bir iki gün kala, Ankara 19 Mayıs Stadında ellerde, gururla havalanan kupa.
Armağan ettiler, Türk gençliği ’ne, özgürlüğe hasret, başkan Aziz Yıldırım’a ve sevgi ile destekleyen taraftarlarına.
Her yer sarı lacivert bu gece.
Kutlu olsun Fenerbahçe.
Kutlu olsun;)))


Ayşen Arslangiray Kura
17 Mayıs 2012/ Kuşadası


12 Mayıs 2012 Cumartesi

Hak yerini buldu GALATASARAY şampiyon oldu

http://blog.milliyet.com.tr/hak-yerini-buldu-galatasaray-sampiyon-oldu/Blog/?BlogNo=362506





Tüm Türkiye, günlerdir Galatasaray Fenerbahçe arasında oynanacak derbi maçına daha doğrusu maçın sonunda şampiyon kim olacak sorusuna kilitlendi. Nefesler tutuldu, bahisler kuruldu…
Her sorun unutuldu!
Zihinlerde ne geçim derdi, ne işsizlik, ne memurun ve emeklisinin beş aydır beklediği zamlar, ne de anayasa, ne babayasa kaldı!
Ya başkanlık sistemi? Ne getirir? Neler götürür?
Unutuldu!
İstanbul, Kadıköy’de hele de 24 saat yaşayan Bağdat caddesinde, tam anlamı ile hayat durdu.
Ya taraftarlar? Taraftarlar!!! Takımlar maçta! Taraftarlar savaşta!!!
Sporda centilmenlik de unutuldu!
Kavga, biber gazı, itiş kakış bulaştı!!!
Sistem bu!
Tartışılır ne derece doğru olduğu!
Bir sezon boyu çalış çabala, ligi dokuz puan önde bitir!
Olmadı!
Şampiyonluk turları yeni baştan!
Heyecan dorukta!
103 yıllık rekabet ve 372. kez karşılaşan iki takım.
Doksan dakika boyunca; Ateşten gömlek, forma yerine futbolcuların üzerinde. Ayaklarında ise alev topu. Elbet bir takım kupayla kucaklaşacak sevinçle bu yarışta, diğerinde ise ümitler seneye… Seneye…
Ve… Şampiyon GALATASARAY…..
Şampiyonluk kupasını da Fenerbahçe’nin evinde, Şükrü Saraçoğlu Stadında kucakladı Galatasaray…
Tarihi an…
Her yer sarı kırmızı bu gece…
Her yer Galatasaray aşkıyla tutuştu bu gece…
ŞAMPİYON CİMBOM ;))))

Ayşen Arslangiray Kura
12 Mayıs 2012/ Kuşadası


28 Nisan 2012 Cumartesi

Benim adım; DEMOKRASİ!!!

http://blog.milliyet.com.tr/benim-adim--demokrasi---/Blog/?BlogNo=360556


Üstünde, rengi solmuş, belli ki epeydir kullanılmaktan yıpranmış, bir elbise! Ayaklarında yine eski ayakkabılar.
Başını elleri arasına saklamış!
Kaldırımın buz gibi taşlarının üzerine çökmüş, hıçkırıklara boğula boğula ağlamakta!
Döktüğü gözyaşları, sel misali yolun kenarına akmakta!
Görüntüsü perişan, hali içler acısı! Yürek paralıyor!
Yavaşça yaklaştım yanına! Ürkütmekten de korka korka!
Ben de usulca oturdum yanına!
Uzun bir süre ağlamasına tanıklık ettim sessizce! O ise hiç mola vermedi ağlamasına!
Kulağına eğildim… Sordum…
-Neden ağlıyorsun be kadar, kendini paralaya paralaya?
-…..
-Ne derdin var, söylesene?
-…..
-Kimsin? Nerden gelip, nereye gidersin?
-Benim adım; DEMOKRASİ!!!
‘’Hür doğdum, hür yaşarım. En büyük tutkum HÜRRİYET… Gel ülkeyi seninle beraber yönetelim dediler! Sevindim… Hürriyete olan tüm sevgimi ve fikrimiz halka yansıtacaktım… Monarşi, Oligarşi, Aristokrasi benim kuzenlerim. Zaten onlarla ömrüm boyunca hiç bağdaşamadım da, anlaşamadım da! Onlar hep otoritenin gücünü kullanıp, halkı ezmeye meyilliydiler! Bense bunu asla kabul etmedim! CUMHURİYET kardeşimdi. Birlikte el ele verip ülkenin yönetimine katıldık.
Hukukun evrensel kurallarını da yanımıza aldık.’’
Arada hıçkırık sesleri!!!
-Tamam, anlat hadi… Ağlama!!!
-Biz, ülkenin ferah, ilerici, aydınlık ve refah içinde bir halkı olsun, bize inanan insanların mutluluk içerisinde yaşaması için canla başla gayret ettik…
Herkes için vardık. Ne azınlık, ne dinsel kimlik, ne ırk ayırmadık. Halk için ve halkla birlikte, ülkenin gelişmesi için çalıştık.
Bir takımadamlar geldi! Bir takımadamlar gitti! Ne gelenler kıymetimizi bildi! Ne de gidenler!
Her gelen, gidenleri arattı! Zaman zaman bazıları geldi, yumruk attı! Kafamızı gözümüzü yardı!
Biri kolumu, kanadımı kırdı!
Bir diğeri bedenime darbe vurdu!
Bazıları da canımı yaktı! Onarılmaz yaralar açtı!
Tam iyileşmeye çalışırken, bir başka adamlar geldi! ‘’Bu böyle olmuyor, sen çok yıprandın! Seni iyileştirelim! Daha ileriye götürelim!’’ Dediler… Yine inandım!
Daha fazla katılım gerek!
Halk da inandı! Ortalığı bir sevinç dalgası kapladı! Halk rahat bir nefes alacağız sandı! Ben de!!!
Vay vay… O da ne? İleriye gidiyoruz derken! Geri saymaya başladı zaman! Halk sabırla beklemede!!! Ben de!!!
Bir gün, hukukun kurallarını yıktılar!
Bir gün, medyayı düzenlemeye kalktılar!
Bir gün Cumhuriyeti zedelediler! Bir dolu yasa çıkarttılar! Hem de benim adımı kullanarak!
Halk perişan! İşsizlik almış başını gitti! Şiddet her kesimde! Ne kadın, ne öğretmen, ne doktor, ne çocuk!!! Şiddete uğramayan kesim kalmadı! İşçiler hak derdinde! Sosyal güvence, sigorta hak getire! Ülkenin öz varlıkları birer birer satıldı! Akarsular bile! İstihdam yerlerde! Fabrika, baraj, bankalar, araziler, inanır mısın? Telefon sistemi bile yabancı ellerde! O yabancı ellerin, elleri her yerde! Hep üstümüzde! Termik santrallerde, Kürecik’te, nasıl söyleyeyim ki esas gözleri; milletin egemenliğinde!!!
Durun...!
Ne yapıyorsunuz? Diye itiraz etmeye çalıştım. Hani nerede verdiğiniz sözler? Hani ileriye götürecektiniz beni? Hani ülkeyi, milleti? Dedim!
‘’Sus!’’ Sen anlamazsın! Kapat çeneni! Dediler…
İtirazlarım devam edince! Üzerime biber gazı ile yürüdüler… Tekel işçilerine, öğrencilere, sokağa çıkıp protesto edenler sıktıkları biber gazı ile… Ülkede zaten en çok onun stoku var!!!
Baktılar, susmuyorum! İtirazlarım yüksek perdeden isyana dönüştü!
Önce elimi kolumu bağladılar! İtip kaktılar!
Velhasıl beni bir kenara attılar!
Şimdi ne adım var, ne sanım! Esamem bile okunmuyor!
Niye bu kadar üzülüp, ağlıyorum biliyor musun?
-Niye?
Beni, benim adımı kullanıp da halkı kandırdılar!!!
Ben şimdi halkın yüzüne nasıl bakarım???


Ayşen Arslangiray Kura
29 Nisan 2012


-

Şiddet! Şiddet! Şiddet!!! Yine doktora şiddet!!!

http://blog.milliyet.com.tr/siddet--siddet--siddet----yine-doktora-siddet---/Blog/?BlogNo=360486



Tamam haklısınız!
Hakkınızdır!
Dövün, sövün kardeşim!
Onu büyütüp okutan sizsiniz!
Herkes gülüp oynarken!
Çocukluğunu, gençliğini yaşarken!
O koskoca tıp kitaplarının arasında!
Ders çalışsın diye yıllarca başında beklediniz!
Dirsek çürüttünüz, emek döktünüz!
Cebine de harçlığını siz verdiniz!
Kadavraları öğüre öğüre birlikte kestiniz!
Yeri geldi, günlerce yemek bile yiyemediniz!
Anatomi dersine beraber girdiniz!
Keza sınavlara da!
Hele Farmakoloji sınavlarında ne meşakkatler çektiniz?
Eeee bu denli emek tükettiniz!
Şimdi emeklerinizin karşılığını istemektesiniz!
Siz dövmeyeceksiniz de ellere mi terk edeceksiniz?
Kim dövecek?
Kim bıçağı çekip tehdit edecek?
Kim öldürecek?
Tabii ki siz!!!
Vurun doktora!
Vurun millete!
Vurun vatan evlatlarına!
Kıyasıya!!!
Gücü yeten yetene!!!


Ayşen Arslangiray Kura
28 Nisan 2012

27 Nisan 2012 Cuma

Bilemem ki!

http://blog.milliyet.com.tr/bilemem-ki---/Blog/?BlogNo=360300




Nisan yağmurları da dindi,

Soluksuz yüreklerdeki sevgi seli gibi,

Laleler de solup gittiler,

Aşkın tükenmişliğinin çaresizliği gibi,

Şimdilerde gül zamanı sevdiğim,

Tanrıdan dilediğin yeni sevdalar gibi,

Her lale zamanı, sen geleceksin aklıma,

Ya da yağan çiğ damlacıklarında,

Esen lodosun çaresiz yalnızlığında,


Terk edilmiş gönül yıkıntılarımın ortasında,


Kalbim, bastırılmış isyanların sarmalında!


Bilemem ki!


Düşünür müsün?


Beni halâ!







Ayşen Arslangiray Kura
1.5.2011

Arap Baharı çiçek açtı!!!

http://blog.milliyet.com.tr/arap-bahari-cicek-acti---/Blog/?BlogNo=360302


Kadın hakkı!!!
Yok böyle bir konu aslında!
Zaten hakkı erkek ismi!
Pek de beylik, bilindik bir söylem oldu değil mi?
Bir bir ezilmekte kadın hakları!
Sanki çok varmış gibi!
Yer; Mısır parlamentosu!
Parlamento, gündemini yeniledi!
Hedef; ‘’Aileleri yok etmeyi hedeflediğini’’ iddia ettikleri mevcut yasaların, kadınlara tanınan hakların iptali!
Yetmedi!
Evlenme yaşı 14’e çekilsin!
Çoluk çocuk gelin olsun!
Yetmedi!
Faslı din adamı Zemzemi Abdul Bari önerdi!
Gündeme bir konu daha eklendi!
Nekrofili!!!
Bunun anlamı neydi?
Tıbben anlamı; ‘’Ölü seviciliği’’
Sapkınlıklardan biri, belki de en iğrenci!
Hangi mantık?
Hangi din?
Hangi ahlak?
Hangi kutsal kitap?
Hangi insanlık, kabul edebilir ki?
Daha fazla yazamam!
Yüreğim ürperiyor…
Ellerim titriyor…
Kalemim yazmamak için direniyor…
Tanrım!!!
İnsanlık, nasıl bu hale geldi?


Ayşen Arslangiray Kura
27 Nisan 2012/ Cuma

12 Nisan 2012 Perşembe

4+4+4 hayalleri öldür! Gerçekleri ört!!!

http://blog.milliyet.com.tr/4-4-4-hayalleri-oldur--gercekleri-ort---/Blog/?BlogNo=357942


‘’Fatma’’ idi adı!
Boncuk mavisi gözleri ışıldayarak bakardı.
Güneşin kızıl ışıklarının yandığı upuzun saçları vardı.
Daha 12 yaşındaydı!
Hayalleri, çok büyük hayalleri vardı!
Okuyacak, öğretmen olacak, çocukları aydınlatacaktı!

Ansızın bir gece, babası çatık kaşlarla, sürükleye sürükleye komşu ….. Amcaların evine götürdü.
Korktu!
Hiçbir şey anlamamıştı!
Boncuk gözleri korkuyla baktı, babasına soramadı!
Evde; sedirin üzerine sıralanmış beş adam vardı!
Karşılarında da Fatma dâhil, 7 kız daha!
Titredi bacakları! Kalbi anlamsızca hızlandı! Daha bir korktu! Kimdi bu adamlar? Biz niye buradayız diye düşündü de soracak cesareti bulamadı. Sessizce eğdi başını!

‘’Çık dışarı!’’ dedi babası!

Fatma da, diğer kızlar da bir bir dışarı çıktılar odadan!
Deli gibi eve koştu, sarıldı anasına! ‘’Ana, nedir bu? Ne istiyorlar bizden dedi’’
Anası kaygılı bir yüzle baktı! Sustu! Bu soruya verebilecek cevabı yoktu! Ya da cesareti!

Babası ertesi sabah’’ Bu günden tezi yok! Okul mokul yok! Gitmiyorsun!’’ dedi.
İnanamadı kulaklarına! ‘’Neden’’ diye haykırmak istedi babasına! Sesi cılız bir halde, fısıltı halinde çıktı ama yine de sordu!

‘’Neden?’’
‘’Evleniyorsun da ondan’’ dedi babası! Fatma kulaklarına inanamadı!

‘’HAYIR! Ben okuyacağım’’ dedi. Bu kez yüksek çıkmıştı sesi. Anında yüzünde bir tokat şakladı!
Fatma O tokattan sonra günlerce ağladı, ağladı, ağladı!
Okula gitti. Ağlayarak öğretmenine anlattı! Öğretmeni de onunla birlikte ağladı! ‘’ Yasa böyle yavrucuğum! Bu babanın kararı ve benim de yapabileceğim bir şey yok ne yazık ki’’ dedi.
Fatma anlamamıştı! ‘’Ne yasası öğretmenim ne yasası?’’
Sonunda’’4+4+4’’ uygulamasına kurban olduğunu anlamıştı!

O geceki adamlar Anadolu’nun bir başka kasabasından gelmişlerdi! … VE birkaç büyük baş hayvan parası karşılığında ‘’EŞ’’ edineceklerdi kendilerine!
Fatma ve köydeki o diğer kızlar, birer, birer gelin oldular!

Hâlbuki! Aşk, sevda nedir onu bile bilmiyorlardı!
Bezden oyuncak bebeklerini bıraktılar, ellerine kına yaktılar! Bir de derme çatma beyaz gelinlik!
Ya kurduğu o bembeyaz, saf hayalleri? Kırıldılar hepsi de kırıldılar! Fatma’nın yüreği misali!

Canı yandı! Ne olduğunu anlamadı! Gözyaşlarının ardı arkası kesilmedi, hep ağladı, hep ağladı!
O pos bıyıklı adam da acımadı! Fatma ağladıkça, bastı tokadı! ‘’Alış artık! Burada yaşayacaksın ve bundan kelli benim karımsın!’’  dedi.
12 yaşındaki Fatma’nın kocası, ellili yaşlardaydı. Fatma’dan çok daha büyük çocukları vardı!

Kırgındı Fatma, babasına ama en çok da anasına! Niye karşı çıkmamıştı?  Niye sahiplenmemişti küçücük yavrusunu, kızcağızını? Hiç affetmedi Fatma ailesini, hele de her fırsatta tokatlayan o kocası denen koca adamı! Bir de bu yasa denen şeyi çıkaranları!

Yaban ellerde, yol bilmez, iz bilmez yerdeydi! Kaçsa nereye sığınacak? Kime?
İçinde bir şeyler kıpırdıyordu anlamadı! Karnında hastalık var sandı! Komşulardan bir teyzeye fısıldadı! ’’Acaba, ben hasta mıyım?’’ diye sordu da, kadın kahkahalarla ‘’A kızım ne hastası? Sen, gebesin gebe! ‘’ diye cevapladı!

Bir sabah, seher vakti kalktı, usulca evden çıktı. Uzun süre bilmediği yerlerde koştu, koştu! Nereye gideceğini de bilmeden koştu! Bir an düşündü! ‘’Yola mı çıksam acaba?’’ Vazgeçti! Güneş, hızla tepede yükselirken; kendini bir YAR ın kıyında buldu. Oturdu kocaman taşların üstüne! Saatler geçti!
Düşündü! Üzüldü! Yine düşündü! Hayalleri geldi aklına! Kurup da gerçekleştiremediği!
Hayıflandı!

Ama kararlıydı! İçindeki o minicik canı da kurban vermeyecekti! Ne kocasına, ne de yasaya!

Karnını okşadı! Canını sevdi! ‘’ Hadi yavrum gidiyoruz!’’ dedi. …. Ve YAR dan sonsuzluğa doğru uzandı!!!

Bu hüzün dolu öyküyü de ‘’4+4+4’’ yasasını çıkaran, onu ve onun gibi küçücük kızların kaderini çizen,  o beyaz papatyaların boyunlarını büküp de solduran, hayallerini yıkanlara, hatıra bıraktı.



Ayşen Arslangiray Kura





5 Nisan 2012 Perşembe

Geçen yüzyıllardan ve Osmanlı'dan günümüze yansıyan kültür mirası; Hamam

http://blog.milliyet.com.tr/gecen-yuzyillardan-ve-osmanli-dan-gunumuze-yansiyan-kultur-mirasi--hamam/Blog/?BlogNo=357040


‘’Hamama giren terler!’’
‘’Ah!!! Nerde o eski hamamlar?’’ der eskiler!
Jül Sezar’ı, Marcus Antonius’u ve Octavius’u kendine çılgın gibi âşık edip, 3 erkeği de etrafında pervane misali döndüren, Mısır’ın efsanevi kraliçesi Kleopatra’nın güzellik sırrının hamamlarda gizli olduğu yazılmaktadır.

Hamam; tarihçesinin İ.Ö. ki dönemlere dayandığı ama Roma döneminde popülarite kazandığı ve Roma kültüründe eğlence mekânları olarak da kullanıldığı yazılı kaynaklardan anlaşılmaktadır.
Anadolu’nun, Ege ve Akdeniz kıyılarında Kleopatra için inşa ettirilmiş hamamlar bulunduğu ve bunların bir kısmının geçen yıllara ve tabiat koşullarına karşın halen varlıklarını koruduklarını gözlemlemekteyiz.

Fethiye’de, Babadağ eteklerinde, doğal sit alanı olarak ilan edilmiş bulunan Kelebekler Vadisi yakınındaki, Afrodit koyunda ve sadece deniz yolu ile ulaşılabilen Kleopatra Hamamı bu örneklerden en önemlisidir.

Fatih Sultan Mehmet’in, İstanbul’u fethinden sonra; toplumların birbirleriyle kültür etkileşimlerinin kaçınılmaz bir sonucu olarak, tarihçesi Roma dönemine kadar uzanan hamamlara büyük önem verilmiş ve Osmanlı’nın en görkemli oldukları dönemlerde binlerce hamam inşa edilmiştir.(Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde bahsedilmektedir.)

Mimariye ve hayrat, hayır işlerine çok önem veren Osmanlı padişah ve sultanları, cami, han, medrese, çeşme ve imarethane ve de bunların bazen tümünü kapsayan külliyeler yaptırmışlardır. Bu külliyelerin giderlerinin karşılanması için de genellikle yanlarına veya yakınlarına hamam inşa ettirmişlerdir.

Hamam; Genelde mermer taşlarla döşeli ve tavanı kubbe şeklinde imar edilmiş, soyunma yerleri, yıkanma yerleri ki içerisinde kurna başı ve halvet adı verilen kapalı, tek başına yıkanılabilen hücreler bulunan, orta kısmında zeminden yüksekçe dairesel veya kare şeklinde yapılmış göbek taşı bulunan bölümlere sahiptir.

Ayrıca, külhan diye adlandırılan ısıtma yeri; hamamın tam altında yer alır. Yanan odunların alevleri ve dumanları, özel olarak döşenmiş kanallar ile hamamın zemin ve duvarlarını ve de göbek taşının altını dolaşır. Tüteklik denilen baca ile de dışarı verilir. Göbek taşının altının çok ısınması nedeniyle de o kısma ‘’cehennem’’ denilir.

Külhan deyince aklıma külhanbeyi deyimi geldi ve hamamdaki külhan ile bir ilgisi var mı? Diye araştırma yaptım. Halk dilinde ‘’Külhanbeyi’’ olarak tanılanan ve genelde serseri davranışlarda bulunanlara yakıştırma yapılan deyimin aslında; Sultan Abdülaziz döneminde sokakta yaşayan kimsesiz çocukların, soğuktan ve sokakların ürkütücü karanlığından korunmaları için hamamlarda, külhan kısmına yerleştirildikleri ve buralarda barınan çocuklardan kıdemli olan ve külhana yakın yatanlarına külhanbeyi denildiğini, bu çocukların, hamamcılara odunların taşınması ve de küllerin dökülmesinde yardım ettikleri bilgisine ulaştım.

İstanbul’da imparatorluğun muhteşem diye adlandırılan döneminde binlerce hamam yapıldığı ve son dönemlerinde 168 adet hamam kaldığı bilinmektedir. En son, 1741 yılında I. Mahmut’un kurduğu kütüphanenin giderlerini karşılaması açısından yaptırdığı, Cağaloğlu Hamamından sonra hamam inşa edilmediği hatta hamamlarda, çok fazla odun kullanılması ve detaylı su tesisatı yapılmasını gerektirdiği için 1769 yılında yayınlanan bir fermanla, İstanbul’da hamam inşası yasaklanmıştır.

Gedikpaşa hamamından da bahsetmeden geçmemek gerek zira külhanbeyleri ile meşhur ve bu hamamın tellak başı Patrona Halil’in isyanı ile tarihe damga vurmuştur.
Halen İstanbul’da Osmanlı döneminde yaptırılmış ve varlığını günümüze değin sürdüren tarihi hamamlara bir göz atalım.

Çemberlitaş Hamamı; II. Selimin baş hasekisi ve Sultan III. Murat’ın annesi Nurbanu sultan tarafından yaptırılan ve de Mimar Sinan’ın son dönem eserlerinden biridir. Çemberlitaş’ın yanında ve Kapalıçarşı’nın yakınında bulunmakta ve halen faaldir.

Süleymaniye Hamamı; Süleymaniye külliyesinin içerisinde ve Süleymaniye Camii’nin yanında, Mimar Sinan’ın Kalfalık dönemim diye adlandırdığı zamanda tasarladığı ve inşa ettiği ve de Sultan Süleyman’ın kendine ait yıkanma bölümünün de bulunduğu rivayet edilen hamam, 2001 yılında restore edilmiş ve şu an turistik tesisi olarak faaliyette olup kendine ait bir kuyusu mevcuttur. Bu kuyunun suyunun sarılık hastalığına iyi geldiği hakkında halk inancı mevcuttur.

Galatasaray Hamamı; Beyoğlu’da, Galatasaray yakınında bulunan, 1481 yılında II.Beyazıt tarafından yaptırıldığı tarih kaynaklarınca varsayılan ve 1965 yılında restore edilen hamam, şimdilerde turistik tesis olarak kullanılmaktadır.
Büyük Hamam; Mimar Sinan tarafından, Kasımpaşa cami ile birlikte çifte hamam olarak inşa edilmiştir.
Çinili Hamam; Üsküdar’da Kösem Sultan tarafından, Çinili Cami ile birlikte yaptırılmış, çifte hamam olarak imar ve 1964 yılında restore edilmiştir. Tarihi yapısı ve dokusu bugüne değin özenle korunmuş ve halen kullanılmaktadır.

Eski Hamam; Şifalı hamam adı ile de anılan ve Üsküdar’da bulunan hamam, 15. yüzyılda inşa edilmiş ve halen faaldir.

Ayrıca, günümüze hamam kültürünü yansıtan hamamlar içerisinde; Üsküdar’daki Beylerbeyi Hamamı ile Sadaret Kethüdası Yusuf Ağa tarafından 1768 yılında yaptırılan Yalı Hamamı, I.Ahmet’in kiler ağası İsmail Ağa tarafından 1610 da çifte hamam olarak inşa ettirilen Ağa Hamamı, Sultan Abdülaziz devrinde yaptırılan Aziziye hamamı, Küçükyalı Hamamı ve Erenköy Hamamını sayabiliriz.

Edirne’de Sokullu Mehmet Paşa tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan Sokullu Hamamı, Bursa’da Kervansaray Otelinin içinde; Romalılar döneminden bugüne değin korunan Kervansaray Hamamı, Ankara’da 650 yıldır tarihi dokusunu kaybetmeden korunan Karacabey Hamamı vardır. İzmir’de ise genelde Roma ve Bizans dönemlerine ait hamamların yalnızca kalıntıları ve isimleri kalmıştır. Gümüldür’de Roma hamamları ile Bayraklı’da Diana hamamlarının bulunduğu tarihi kaynaklardan anlaşılmaktadır. Tire’de de yüzyıllar öncesi mevcut olan 20 adet hamamdan şu an yalnızca 1 tanesi faal vaziyettedir.

Tabii bu arada, Anadolu’nun kükürtlü ve sıcak sularıyla tanınan ve yerli ve yabancı turistlerin rağbet ettiği kaplıca hamamlarını da unutmamak gerekir.

Topkapı ve Dolmabahçe Saraylarının hamamları aynen muhafaza edilmektedir.

Gelelim hamam kültürünün yaşama yansımasına;

Saraylarda bulunan hamamların haricinde,  şehir hayatının içindeki hamamlar temizliğin simgesi olmakla birlikte, kapalı bir toplum olarak yaşayan Osmanlı’da özellikle sosyal hayattan irrite edilen kadınların zamanla sosyalleştiği ve gezme, eğlenme amacıyla gittikleri mekânlar olmuşlardır.

Kadınlar, konu komşu sözleşip, feracelerine bürünüp, sosyal yaşantılarının vaz geçilmez bir parçası olan hamamlara sıkça gider olmuşlardır. Hatta şimdilerde yıkıldığı için örneklerine rastlayamadığımız konak hamamlarına sahip olan, konaklarda oturan kadınların dahi mahiyetlerindeki hizmetkârları ile birlikte hamama gidişleri bir ritüeldi.

Hamam eşyalarının, olmazsa olmazı nakışlı hamam havluları, peştamalları, kına, sürme, sedef kakmalı takunyaları, gümüşten hamam tasları, Girit sabunları ve çeşit çeşit yemeklerle dolu sepetleri ile soluğu hamamda almışlardı. Sabah başlayan hamam sefaları, akşama değin sürerdi.

‘’Gelsin dolmalar, çalsın sazlar, oynasın kızlar!’’

Temizlenmek, yıkanmak bahane, eğlence ve muhabbet şahane.

Göbek taşının üzerine serilirler sere serpe. Kurna başında, genç kızlar şarkı söylerler de, hamamın kubbelerinden dışarı taşar, şarkılar nağme nağme.

‘’Bir kızıl goncaya benzer dudağın,
Açılan tek gülüsün bu bağın.’’

Hamam tasları gümüşten, ben anlamadım bu işten! Kâh yıkanmak için kullanılırmış, kâh müziğin temposuna def vazifesi görürmüş.

Hamamda kız beğenmek adettenmiş o zamanlar. Kızlar tüm marifetlerini döker, süzüm süzüm süzülürlermiş, kendilerini beğendirmek için, kaynana adaylarına.

Kaynana adayları ise göz ucuyla süzerlermiş kızları. Acaba hangi güzel layıktır benim oğula?
Gelin hamamlarının, eğlencesi ve görkemi ise bir başka imiş.

Sabun ayrı bir yer tutardı gerek saray, gerekse semt hamamlarının kültüründe. Zeytinyağı ile imal edilmiş ve özellikle Girit-Kandiye sabunları pek rağbetteymiş.
Edirne ve Kudüs’te imal edilen misk ve amber sabunları ise saray hamamlarının vaz geçilmezleriymiş.

Elma, armut, üzüm, şeftali, muz, çilek, kayısı, portakal gibi kendilerine has kokuları içlerinde barındıran meyvelerden yapılan sabunlar, saray erkânı için üretilir ve saray hamamlarında kullanılırmış. Saraya gönderilen sabunlar eritilerek, kullanacak olan kişilerin koku zevklerine göre koku ilave edilerek, yeniden şekillendirilirmiş.

Kildanlık adı verilen ve genelde gümüş ya da altından yapılmış kapların içerisine kil konur, kil dibe çökünceye kadar beklenir, süzülen su ile ipek keseler ile vücutlar temizlenirmiş.
Ayrıca, ebegümeci ve hatmi çiçeği kaynatılarak, elde edilen bitkisel su ile de saçlar durulanır, yumuşak ve ipeksi bir hal alırmış.

Eller ve ayakların bakımına özel itina gösterilir, susam ve gül yağı ile masaj yapılırmış.

Durulanan saçlar nemli iken; nemli saça çeşitli çiçek ve bitkilerden elde edilen yağlar sürülür. Kokuyu içine hapseden saçlar, kurudukça, günler boyu mis gibi kokarmış.

Hamamdan çıkmadan önce nemli cilde; soğuk havayla temas ettiğinde cildin buruşmaması ve güzel kokması içinse, yasemin, gül, lavanta, mimoza, papatya, ıhlamur, sümbül,karanfil, orkide ve menekşe çiçeklerinden elde edilen ve de üzerleri mücevherlerle bezeli ‘’güllü abdan’’ denilen gümüş ya da altından şişelerde muhafaza edilen yağ ve esanslar uygulanırmış.

Limon suyu ayrı bir özel tutulur, cildin beyazlatılmasında sıkça kullanılırmış.
Eh bu kadar itina ve bakımdan sonra, Osmanlı kadınlarının güzelliklerinin sırrı da açığa çıkmış oluyor.

‘’Aynı hamam, aynı tas!’’ değil artık zaman!

Kent yaşamına geçiş ve kent kültürünün zaman içerisinde değişmesi ile hamamlar eski önemini ve sosyal yaşamdaki özel konumlarını yitirmiş durumda.

Şimdilerde hamam kültürü; turizm merkezlerinde, yıldızları bol turistik otellerde, SPA merkezleri, sauna(Fin hamamı), Türk hamamları olarak varlıklarını sürdürmekte.

Osmanlı kadınlarının gizemli güzellikleri de tarih yapraklarının arasında yer almakta.

Ayşen Arslangiray Kura
6 Nisan 2012/ Kuşadası

 
 

16 Mart 2012 Cuma

Yalan Dünya! Dünya yalan!!!


http://blog.milliyet.com.tr/yalan-dunya--dunya-yalan---/Blog/?BlogNo=353947



İki insanın arasında geçen konuşmaları, ister acı olsun ister tatlı, birlikte yaşadıkları anları, birbirlerine yazdıkları mesajları ya da yaptıkları yazışmaları, başkaları ile paylaşmayı sevmem ve doğru bulmam. Hem de internet ortamında ya da normal yaşantıda.
   
Hele de sır ise anlatılanlar, ölünceye değin bende kalır, saklarım.

Bu kez bu prensibimi askıya aldım!

Bir arkadaşımın mailini paylaşmayı istedim sizlerle anti parantez yukarıda yazdıklarımla çelişkiye düşmeden zira bu maili paylaşmak için izin aldım. ‘’Aman şekerim yaz, ne olacak, benim için sakıncası yok. Hem de sevinirim, benim de bir katkım olsun.’’ Dedi.

Okuduğunuz zaman, satırların sonunda neden bu dünyaya ‘’Yalan Dünya’’ dediğimi daha iyi anlayacağınızdan eminim.

Bu arada arkadaşıma da bu maili sizlerle paylaşmama izin verdiği için teşekkür ederim. ‘’Sağ ol şekerim’’ Bazı kısımları çok özel olduğundan tarafımdan sansürlendi.

‘’ Merhaba şekerim,

Uzun zamandır görüşememiştik de mail adresini kızlardan aldım. Hadi bir sürpriz yapayım mail atayım dedim. Geçen gün kızlarla okey partisindeydik, senden bahsettiler. Yazı yazıyormuşsun galiba bir yerlerde. Adını söylediler ama unuttum vallahi. – Aman ne iyi, çok para alıyordur şimdi- dedim. Oh, ohhh, paraları diposta edersin artık. Para deyince aklıma geldi; emekli oldun değil mi? Biz adamla ikimiz de emekli olduk. Şimdi hayatımızı yaşıyoruz.

Ne günlerdi onlar be değil mi? Çalışırken, ben hamileyim diye korur kollardınız, tüm servis. Siz arşivlerde tozlu rafların, fare pisliklerinin arasında gün toplayıp, milleti emekli edelim diye uğraşırken, beni arşive göndermezdiniz. Hakkımı yemeyin ama ben de kartoteks dolaplarının arasında kart bakıyordum. Gözümün önüne geldi şimdi. Nasıl da perişan gelirdiniz arşivden. Tahta merdivenlerin üstüne çık, in, dosya bak. Bordroları indir. İşimiz zordu be. Gençlikteymiş o enerji. Şimdi olsa yapamazdık sanırım. İyi ki emekli olduk da rahata erdik.

Biz haftada üç gün kızlarla buluşup okey oynuyoruz. Bir de konken grubum var. Haftada bir gün de onlarla buluşuyorum. Kocacığım sağ olsun, -hayatını yaşamana bak karıcığım- diyor. Aman yaş kemale erdi, çocukları büyüttük, evden uçurduk. Kaldık Ediyle Büdü, Şakire Dudu baş başa. Unu eledik, eleği duvara astık. Karı koca, nerde akşam orda sabah.

Çoğu zaman yemek bile yapmıyorum. Dışarda yiyiyoruz. Çok sıkıştım mı, kır bir yumurta gitsin. Yemek dedim de, geçen kızlardan biri tatlı yapmış senin tarifinmiş. Yemek tarifleri falan yazıyormuşsun.  Bir de ne dediler. Kadın, kadına şiddet falan konularını yazıyormuşsun. Misyon edinmiş dediler. Eh be şekerim işin mi yok sana ne kadından, kadına şiddetten. Boş ver, dayak yiyen yer, öldürülen öldürülür. Ben bu işlere hiç kafayı yormuyorum hele siyaset falan hiç ilgimi çekmiyor. Gerçi vaktim de yok zaten. Haberleri falan da seyretmiyorum.  Seçim zamanı kime oy vereceğiz diyorum. Kocacığım kime derse oraya oy veriyorum. Tüm siyasetle ilgim o. Dizileri takip ediyorum. Kaçırdıklarımı da kocacığım kayda alıyor, daha sonra seyrediyorum. Her kanalda sevdiğim diziler var, çakışıyorlar. Üzülüyorum kaçırınca.

Geçen gün kızlar söyledi, birileri yanmış galiba. Pek üzülmüşlerdi aralarında konuşuyorlardı, pek kulak vermedim. Yanmış deyince aklıma geldi geçen gün de ben yanıkta yandım. Epey para kaybettim. Eve pek sıkkın geldim. Kocacığım -üzülme, bankada paramız çok nasılsa, sen yemeyeceksin de çocuklara mı kalsın- dedi sağ olsun.

Nisanda tatil ayarlamış Akdeniz kıyısında beş yıldızlı bir otelde. On günlüğüne oraya gideceğiz.  Bu kış pek soğuk oldu bunaldım. Birkaç gün hava değişikliği olur. Bir de şu kumarhaneleri kapatmasalardı otellerde ne iyi olurdu. O makinelerde kol çekip oynanan oyunlar var ya onları çok seviyorum.  Belki kandırırsam oradan da Kıbrıs’a gideriz. Ne güzel olur.

Ben feysbukta, tvitırda takılıyorum. Senin de feysbukun varsa beni eklesene. Bir de kızlarla akşamları mesenede buluşuyoruz. Gündüzün oyun muhabbetlerine orada devam ediyoruz. Pek eğleniyoruz. Sen de katılsana bize. Aman boş ver şu yalan dünyada, ölüp gideceğiz. Ne o yazılar falan yazıp, başını derde sokma.

 Dünya yalan, vur patlasın çal oynasın. O yazdığın yeri de söyle de arada girip bakayım.

Mail adresimi kaydet, sen de bana mail at, emi şekerim. Vallahi çok sevinirim.

Bu arada sormayı unuttum. Sahi sen nasılsın?

Cevap bekliyorum şekerim. Hemen cevapla, ihmal etme olur mu?’’

‘’Dünya Yalan’’ da olsa hepimiz bu dünyada yaşıyoruz bir şekilde!

Sevgi ve saygılarımla…
Ayşen Arslangiray Kura
17 Mart 2012/ İzmir