7 Aralık 2011 Çarşamba

El emeğim, göz nurum, tasarladığım takılar

http://blog.milliyet.com.tr/el-emegim--goz-nurum--tasarladigim-takilar/Galeri/?GaleriNo=19996
<iframe src="http://imza.la/widget/?id=cocuk-gelinler&s=300&bg=EAF1FB&br=9BBBEC&t=001166&d=000000&format=frame" width="300" height="250" frameborder="0" scrolling="no"></iframe>

9 Eylül 2011 Cuma

''İzmariti gelin etmişler!!!''



Ah!!! Vatanım demiş!!!
Bülbül müydü yoksa O?
Kimsecikler almamış!!! Evde kalmış!!!
Yalan vallahi yalan, billahi yalan!!!
Cebinde kalmayan yoldan toplamış!!!
Öyle bir tutku imiş ki!!
Düşmanını bile dost yaparmış!!!

Buram buram nostalji kokan müzikler eşliğinde, antika fincandaki orta şekerli kahvenin nezaretinde, seni aldım sararan parmaklarımın arasına, kor ateşlerinden yayılan, sekiz çizen halkalı dumanlarının ardından öfff çektim bir nefes ve başladım yazmaya satır satır, seni anlatmaya!

Neyi?

Sana olan sevgimi canım! Sevgimi!
Bu öyle büyük bir aşk ki anlatılamaz! Yaşamak gerek!
Seni, sen olduğun için sevmek!
Seni anlatmak, bilene ve bilmeyenlere, sevene ve sevmeyenlere!
Eee tabii herkes herkesi sevecek diye bir kaide yok ki!

Seninle, çok uzun yıllar oldu tanışalı. Saymadım! Daha 17 yaşımın baharındaydım!
Seni çok sevdim ben!
Arkadaşım, can yoldaşım, sırdaşım hele de ıssız ve yalnız gecelerimin yoldaşı oldun.
Bırak dediler! Vazgeç bu aşktan dediler! Zararlı dediler! Sağlığın önemli dediler!
Evet! Biliyorum!
Bilinçliyim! Okuyorum! İrdeliyorum!
Belki kızacaklar! Belki kınayacaklar beni! Belki de şiddetle eleştirecekler!!!
Seni çok sevdiğim için köpürüp, belki beni de senin gibi düşman belleyecekler!!
Olsun!!!
Ben seni hâlâ çok seviyorum.
En büyük dertlerimi seninle paylaştım. Aşılmaz sıkıntılarımı seninle aştım.
Yitirdiğim sevdiklerimin yokluğuna, seninle katlanabildim.
Ben ağlarken, dökülen gözyaşlarıma; hiç sıkılmadan, hiç hayıflanmadan eşlik ettin.
Aslında!
Meziyetlerin öyle çok ki! Her dem zararların ön plana çıkarılsa da!
Kesinlikle, arkamdan konuşup, ele güne dedikodumu yapmadın!
Hiç kimseye beni şikâyet etmedin!
Hep boynunu büküp, beni dinledin, benimle ağlayıp, benimle sevindin!
Bir dosttun, bir arkadaş, bir kardeş, bir sevgili ve sadakatli bir âşık!
Sen, şimdi! Yasaklısın canım! Yasaklılar sırasında birinci sıradasın!
Hatta gündemin birinci sırasındasın!
Karalara bürümeye karar vermişler seni!!!
1 den sonsuza kadar rakamlarla donanacakmışsın!

Aklıma eski yıllardaki saltanatın geldi! Misafir odasındaki orta sehpanın üzerinde; kristal tabakta kurum kurum kurulduğun halin geldi. Çeşit çeşittin, filtreli, filtresiz, mentollü mentolsüz.
Ey eski günler!!!
Yeni Harman, Yenice, Bahar, Maltepe, Samsun, Bafra, Hisar ille de Birinci, ne çok çeşidin vardı. Daha da hatırlamadıklarım belki de! Hem de hepsi yerli sermaye. O zamanlar özelleştirme falan yoktu canım gündemde!
Ya üreticilerin, sabahın seher vaktinde yapraklarını teker teker toplayıp dizen, kazandıkları paralarla evlerine bakan, çocuklarını büyüten ve okutan. Fabrikalarda seni işleyen insanlar!!! Hepsi birer birer gözümün önünden geçtiler, film şeridi misali. Emekli maaşlarını bağladığım zaman sevinçle boynuma sarılışları geldi.
Şimdi; O fabrika işçileri nerelerdeler biliyor musun? Hazan yaprağı misali savruldular oradan oraya! Hatırlayan var mı? Sanmam!!

Kabul edelim!
Sağlığa zararlısın! Yasaklısın! Çok fenasın!
Peki! Bu kadar suçlusun! Ön plandasın!
Mayıs ayının ilk günlerinde; Kütahya’da (2006 yılında özelleştirilen) Eti Gümüş A.Ş. inde bendi yıkılan siyanür havuzundan, tüm havzaya yayılan siyanürlü sulardan etkilenen insanlar, tarım alanları ve hayvanlar şu an ne durumdalar? O tarım alanlarında yetişen ürünler? Ürünleri tüketenler? Siyanürlü suyun etkilediği civar köylerdeki(Köprüören, Gümüşköy, Dulkadir, Kızılcakaya, Dedik ve Aliköy) tarım alanları ne oldu? Burada yaşayan insanları ileride bekleyen tehlikeleri, sağlık sorunlarını inceleyen, medyada dile getiren var mı?
Dizilerle, evlendirme programları ile oyalanan, güzel ülkemin, güzel insanları siyanürün ne olduğunu biliyorlar mı?
Halkım kansere gebe!!!
Hem de toplu halde!!!
Bunu bilen var mı?
Siyanür! Senden daha mı az zararlı?

Ya! Hibrit tohumlarla yetişen besinler! Kıpkırmızı albenisi fazla domatesler, salatalık ve biberler! Tek kullanımlık hibrit tohumlar! GDO lu yani genetiği değiştirilmiş gıdalar! ‘’Milyonlarca yıllardır dünyanın mikroorganizmalar, bitkiler, hayvanlar ve insanlar olarak süregelen ekolojik dengesini, alt üst eden ürünler ve bu ürünlerden üretilen yiyecek maddeleri. Frankeştayn Gıda da denen GDO lar akrep geni taşıyan pamuk, tavuk geni taşıyan patates, balık geni taşıyan domates’’ olarak karşımıza çıkıyor ve sofralarımızda başköşede kuruluyorlar. Sağlığımıza zararlı değiller mi?
Aklıma gelmişken sorayım!
Biz ülke olarak hibrit tohumları nereden, hangi ülkelerden alıyoruz?
Halkım, hibrit tohumlarla, GDO lu besinlerle kansere gebe!!!
Bilen var mı?

Karakol basıldı! 5 şehit verdik!
Mayın patladı! 13 şehit verdik!
Askeri araç devrildi 12 asker yaralı!
Terör azdı! Maç yapan emniyet mensupları tarandı!
Dilay öğretmen vuruldu ve ne yazık sonsuzluğa uğurladık!
Operasyonlar devam ediyor, terör bitmiyor, törenlerle şehitler uğurlanıyor!
Şimdi, bu yitirdiğimiz canlar senin yüzünden mi yitti gitti!
Ülkem sıkıntılara gebe!!!

Sorsam! Suç mu?
Hadi anlatsınlar bana ve halkıma!
Şu Patriot füzeleri nedir?
Cennet vatanımın, inciden güzel köşelerinden birine, balistik füze kalkanı sistemi, neden kurulacak?
Kurulduktan sonra, kurulduğu alanlar ve insanlar nelerden etkilenecek?
Komuta kimde olacak?
Medya nerede?
Kim irdeleyip? Kim Yazacak?
Bu füzeler ve koruma kalkanları kimi kimden koruyacak?
Halkım kansere gebe!!!
Ülkem sıkıntılara gebe!!!
Senin suçun ne?

‘’Hor görme garibi’’

Bak canım, yine dertlerime ortak, gecenin şu ilerleyen saatlerinde yine bana yoldaş oldun!!!

Seni ön plana çıkarıp da asıl sorunları maskelemek neden?

Her şeye rağmen seni seviyorum!

Gelin olsan da! Bürünsen de karalara!

Ayşen Arslangiray Kura
9.9.2011/ Kuşadası

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Pembe Mor Puantiyeli Prenses Barbunya'nın zeytinyağlı pilakisi / Yemek - Mutfak / Milliyet Blog





Benim çok sevgili ve çok değerli, değerleri paha biçilemez can okuyucularım.
Rengârenk bir Ağustos gününden ve güneşin parlak ışıklarının haşmetinden kaçıp da bulduğum bir çardağın altındaki gölgeden sesleniyorum sizlere.
Sermayeyi kediye yükledim de! Bizim kedi( garibimin bir ayağı da aksak) bir de baktım ki girmiş mutfağa!
Kızdım! Pist mist dedim! Fayda etmedi.
-Hadi bakalım, artık yemek yapmanın zamanı geldi. Kaç gündür bir deri, bir kemik kaldık! Senin yazıların ve tıkların yüzünden. Diye söylendi.
Hay Allah!!!
Tam da şöhretin basamaklarını hızlı adımlarla tırmanmaya çalışırken!
Üstelik yıllık izin falan kullanmayı bile düşünmemişken!
Tüh, tüh!! Kendimi buluverdim, mutfak bankosunun önünde!
Barbunya almıştım dün, hem de kilosu 5._TL. Şimdi ayıklayıp da kışa saklamaya kalksam, üff gelecek çok pahalıya!!! İyisi mi pişireyim de evdekilerin mideleri yemek görüp şenlensin. Sizlere de tarif edeyim de bilmeyenler de öğrensin!!!
Şaşırmayınız!! Bilmeyenler vardır!!
 Neden olmasın? 
Neyse gelelim sadede!!!
Fasulyegiller familyasının, pembe-mor puantiyeli prensesi barbunyayı bilmeyeniniz yoktur sanırım. Hem yemeğin ön hazırlıklarına başlayayım, hem de bir yandan sizlere anlatmaya çalışayım.
Öyle bildik, beylik yemek tariflerini hiç sevmem. Ölçü falan da hak getire! Ne o kaşık, gramla hesapla işin yoksa! Ben olağanın dışına çıkmayı yeğledim.
Bir kilo barbunyayı alır, balkonda bir sandalyeye kurulursunuz bir güzel, sokaktan geçenlere de laf yetiştirmeyi de unutmazsınız! Ayıklarken, yere düşen taneleri hiç toplama zahmetine girmeden, bir ayak hareketi ile doğru bahçeye.(Zavallı Leydi tam masanın altında, tekmelerden nasibini almakta, yakında bir ısıracak ki vay halime!) Bilin ki! 2-3 haftaya kadar birkaç tane barbunya fideleriniz başlayacak filizlenmeye.
Ayıklayınca, bir de bakarsınız ki bir kilo barbunya; kabukları da kalınsa düşmüş 600 grama.
Önce bir güzel haşlarsınız, mor suyu çıksın diye. Baktınız pişmeye hazır oranda yumuşamış, süzgüden süzün, koyun bir kenara amma sakın sakın ha soğuk su geçirmeyin üzerinden. Dirilirler sonra! Karışmam valla…

Bir büyük baş kuru soğanı, kesme tahtasında gayet hızlı ve nazik vuruşlarla bin parçaya bölün. Asla rendelemeyin,( üşengeçliğin gereği yok) acı suyu çıkar ki yemeğin tadını bozar.
Bir büyük ve de derin tercihen plastik bir kaba 5 adet domates koyup, su ısıtıcı da ısıttığınız kaynar suyu üzerlerini örtecek bir şekilde dökün. Neden? Diye sormayın! Bunu herkes bilir, kabuklarını soyarken zayiat vermeyin diye!
Kıydığınız soğanı, halkalar halinde doğranmış 2 adet taze yeşilbiberi, bir kahve fincanı zeytinyağının içerisinde( tabii ki tencerede) hafif pembeleşinceye değin çevirin, tahta bir kaşık yardımıyla. Kabuklarını soyup da küp küp doğradığınız domatesleri de içine kattıktan sonra kapağını kapatın ki domatesler ile bütünleşsin tüm malzeme.
En son barbunyaları da ilave edin içerisine ve bir çay bardağı sıcak suyu yavaş yavaş dökün tencereye. Bu arada olmazsa olmazı bir çay kaşığı toz şeker ile 4-5 adet ortadan ikiye bölünmüş(enine-boyuna fark etmez) sarımsak da ilave edip, çok kısık ateş de (mum alevi kadar)pişmesini sağlayın.
Uyarayım da! Yemeği ocakta bırakıp da PC başına geçerseniz eğer, yanma ihtimaline karşı 5 dakikada bir kontrol etmenizde fayda var. Piştiğine kanaat getirdiğiniz an( eee sormayın artık bi zahmet onu da siz anlayın) tuzunu da katıp, 2-3 saat süresince demlenmeye bırakın. Zeytinyağlı yemekler dinlendikçe lezzetlenirler.
Evet, yaz usulü barbunya pilakiniz hazır. İsterseniz bu malzemelere (pişirme esnasında) küçük küçük doğranmış patates ile halkalar halinde kesilmiş havuçları da ekleyebilirsiniz.
Isıya dayanıklı geniş ve derin cam bir tabağa; sevginizi de katarak özene bezene hazırladığınız barbunyayı, manzarasını bozmayacak şekilde ala bora etmeden itina ile aktarın. Daha önceden en az 15 dakika sirkeli suda beklettiğiniz maydanozları yaprak yaprak ayırarak( Bıçakla kesmeyin! Zira tüm vitamini gider.) yemeğinizin görselliğini tamamlayın.
Öncelikle göze, sonra da mideye hitap edeceğinizi katiyen aklınızdan çıkartmayın!
Ege yöresinde bazıları bu yemeği sıcak yemeyi sevse de benim mutfak kültürümde soğuk yemek olarak takdim ettiğim bir yemek türüdür.
Keyif sizin! Bu kadar uğraştıktan sonra ister sıcak, isterseniz soğuk yiyin!
Yalnız, yerken dikkat edin ki parmaklarınız gitmesin arada, zira lazım olacaklar daha sonra da!
Haftaya ne yemek tarifi mi veririm? Bilemem! Taleplere göre değerlendiririm!
Afiyet, şeker olsun efendim….

Ayşen Arslangiray Kura
22.8.2011/Kuşadası

21 Ağustos 2011 Pazar

Ağlama anne ağlama!!!


Ağlama anne ağlama!!!
''Anne!
Yeter artık ağlama!
Sen ağladıkça, babamın boğazında düğümleniyor hıçkırıklar.
Hani! Hep bize öğretmişlerdi ya- erkekler ağlamaz- diye. Babam, akan gözyaşlarını saklıyor, için için akıtıyor yüreğinin en derinliklerine!
Bak!
Dövünme! Dizlerini döve döve paraladın onları da!
Ben, yanınızdayım her an siz bilmeseniz de!
Beni askere uğurlarken de ağlamıştın yine böyle. Komşular-ağlama! Ağlamak, ağlamak getirir.- demişlerdi de dinlememiş, ağıtlar yakmıştın. Bir yanda davul zurna çalarken- En büyük asker, bizim asker- nidalarıyla tempo tutarlarken arkadaşlarım, senin gözlerin yaşlar içinde; bakışların üzgün ve hüzünlü, yalnızca bana odaklanmış, hasret yüklemiştin yüreğine. Sanki bir daha göremeyecekmiş gibi beni nakşetmiştin o yüce gönlüne.
Fark etmediğimi mi sandın? O gürültünün, gümbürtünün içerisinde ben de seni, o gül yüzünü, öpülesi pamuk ellerini ezberlemeye çalışmıştım.
Ağlama anne ağlama!
Sen ağladıkça, azap olur yattığım nurlu mekân.
Defalarca öpüp  de kutsadığın ve bana bağladığın TÜRK bayrağı var ya. Al kanlara boyanmış o kutsal bayrağım uğruna bir değil bin canım olsa yine veririm ana yine.
Ayşe'ye söz vermiştim! Dönünce masallardaki gibi düğün yapacaktım ona, yuva kuracaktık, çocuklarımız olacak, mutluluğa doğru yelken açacaktık. Hayallerimiz vardı, bir bir gerçekleşsin diye çabalayacaktık.
Sen, kızın gibi sahip çık ona anacığım. Hatta bağrına taş basıp, elceğizlerinle evlendir. Çocuklarından birine de benim adımı ver ki oğlumun yadigârı deyip, ben niyetine sev doyasıya.
Bu benim sana ne ilk, ne de son mektubum zannetme!
Anadolu'nun bağrında; benim gibi daha nice ana baba evlatları yatmakta UNUTMA!
Dökülen kanlarımız, toprak olan bedenlerimiz, helâl olsun bu VATAN'a....
Ağlama Anne AĞLAMA!!!
Ayşen Arslangiray Kura
17.8.2011/Kuşadası

19 Ağustos 2011 Cuma

Çocuklarım var benim / Güncel / Milliyet Blog



Çocuklarım var benim
LYS sonuçları açıklandı.
Bu kez sevinçten ağlıyorum bugün. Sevinçten ve yaşadığım mutluluktan.
ÇOCUKLARIM VAR BENİM. Çok değil 600 civarında çocuğum var benim. Evet, yanlış duymadınız! Hatta daha fazla bile.
Beş yıl süresince, birlikte okuduk. Sınav oldu ağladık, karne aldık sevindik.
Gün oldu anneleri, teyzeleri, gün oldu en yakın arkadaşları, dert ortakları, gün oldu yaşdaşları olduğum çocuklarım.
Hayatıma değer katan, yaşam sevincim ve de amacım olan çocuklarım.
Halen büyük bir kısmı üniversitelerde okuyan ve bugün LYS sonuçları açıklandığında; kazandıkları bölümleri heyecanla ve sevinçle paylaşan çocuklarım.
Bilseniz! Ne büyük bir sabırsızlıkla bekledim bu anı bir bilseniz?
Azimli, başarılı ve sevgi dolu çocuklarım.
Dileğim; bu üniversite hayatında da çok başarılı olursunuz.
Eğer ki tüy kadar emeğim var ise üzerinizde; ananızın ak sütü gibi helal olsun yavrularım.
Bana bugün bu sevinci ve mutluluğu yaşattınız ya canım çocuklarım.
Hayatınız boyunca; yolunuz aydınlık, her daim sağlıklı, başarılı ve mutlu olun CANLARIM.
Ayşen Arslangiray Kura
19.08.2011/Kuşadası

12 Ağustos 2011 Cuma

Satılık altın anahtar!!!


Rengârenktir, genç kızların hayal dünyası.
Hele de evlenmek, beyaz gelinliğin içinde salına salına süzülüp, yeni yuvalarına doğru yol almak önceliklerinin başındadır.
Düşündüm taşındım! Genç kızlara altın anahtar olacak bilgileri derledim, sıraladım!
Durun kızlar şimdi!
Mutluluğun altın anahtarı burada!
Duyduk duymadık demeyin!
Kulağınızı, gözünüzü dört açın!
Bu iyiliğimi de UNUTMAYIN!
Ne zaman ki evlendiniz!  İşin sırrı ayrıntılarda gizli!
Her daim kedi gibi yumuşacık olun, sakın tırnaklarınızı ulu orta çıkartmayın! Oyy pisi pisi…
Asla, eşinizin anasını, babasını ve de kardeşlerini( hatalı olsalar bile) eşinize şikâyet etmeyin!
Eşinizi her gün full makyaj ve en güzel giysileriniz ile karşılayın. Parfümün bini bir para, sürün sürüştürün misler gibi kokun. Beğenmediği giysileri, gardırobunuzdan derhal def edin, öyle mini, şort, dekolte giymeyi kesinlikle düşünmeyin.
İş hayatında çalışıyor olabilirsiniz ki evde ve işte çalışmak birinci vazifeniz! Her halde de erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer düsturunu unutmadan, en güzel yemekleri ve eşinizin en sevdiklerini pişirmek için mutfağınıza özen gösterin. Sizin sevdiğiniz yemeklerin önemi yok! Yemeseniz de olur! Zaten kilo alama riskiniz var boş verin.
Gayet şık masa örtüleri serilmiş masalarda, nadide yemek takımları ile(kırılacak diye üzülmeyin, sizle bir yaşayacak değil ya!) mum ışığı eşliğinde ziyafet tadında sofralar hazırlayın.
Es keza alkol alıyor ise siz de eşlik edin ama sarhoş olmamaya dikkat edin! Sonra sofrayı kim toplar? Bulaşıkları kim yıkar? Böyle bir hata affedilemez! Dikkatli olun!
Her akşam, ailesinden olan kimseleri ya da arkadaşlarını yemeğe davet etmesine ses çıkartmayın. En iyi şekilde ağırlayın!
Hep gülümseyin! Yüzünüzden gülücüklerinizi eksik etmeyin!
Yemek yedikten sonra; mutlaka kahvesini yapın ve meyvelerini soyup da ikram edin ki zahmete girmesin.
Eğer, televizyonda maç seyretmek isterse ki çoğunun tutkusudur bu, dizi falan seyretmek için tatsızlık çıkartmayın. Hatta birlikte seyredin maçı, hem de ‘’Ah! Nasıl kaçtı bu gol, yapma ya! Bu pozisyon ofsayt olur mu? Tüh! Vah!’’ Diye bağırarak, çığlıklar atarak, koltuğun üzerinde zıp zıp zıplayın!
Her gece, eve zamanında gelecek diye de beklemeyin! İşi gücü çıkar, toplantısı olur, iş hali bu!
Eve geldiğinde’’ Bu saate kadar nerelerdeydin? Feneri nerede söndürdün? Kiminle idin? ‘’ Gibi saçma sapan sorularla adamın kafasını şişirmeyin! Hatta ve hatta’’ Sevgilim bir acı kahve yapsam arzu eder misin?’’ diye sormaktan yüksünmeyin!
Zaman, zaman hafta sonlarında; arkadaşları ile ava, balığa veya maça gidebilir, bu durumu anlayışla karşılayın ve destekleyin! Siz gezmeseniz de olur! Zaten sizin evde bir yığın işiniz var, işleri bitirmek için bu fırsatı değerlendirin!
Cep telefonuna gelen arama ve mesajları kontrol etmek gibi bir gaflete düşmeyin! Hele hele faturaların dökümlerini incelemek gibi de bir hata yapmayın! Gerçi şimdi e-fatura var! Olsun yine de didiklemeyin!
Siz ile birlikte olduğu saatlerde; internette maillerine bakmak isteyebilir, karşı çıkmayın! Bundan daha doğal ne olabilir! Sizden izin alacak hali yok ya! Sonra da hafiyeliğe soyunup, bilgisayarın geçmişini kurcalamayın! Özelini merak etmediğinizi de her fırsatta yineleyin ki gönül rahatlığı içinde yaşasın!
Katiyen, vıdı vıdı, dırdır edip de adamın kafasının etini yemeyin!
İki de bir ‘’Bak Ayşe Hanımlar, Marmaris’e tatile gittiler. Biz ne zaman tatile çıkacağız?’’ Diye saçma sapan sorular sormayın!
Bir de ‘’Haticeler, yeni eşya almışlar. Biz de eşyaları yenilesek mi?’’ Diye laflar edip de eşinizi lüzumsuz konularla üzmeyin!
Hiçbir zaman ve hiçbir konuda ondan daha maharetli ve akıllı olduğunuzu vurgulayacak şekilde konuşmayın ve de hareket etmeyin! Yazıktır! Aşağılık kompleksine kapılmasına sebep olursunuz. Olmaz!!!
Evinizde kullandığınız cihazlar bozulduğunda; ya siz tamir edin ya da tamirci çağırın, eşinizi bu tür işlerle yormayın!
Kavanoz, yağ şişesi veya kola şişesinin kapağını açmak içim adamcağızı boşa uğraştırmayın! Yoksa açamadığında’’ Aman sen de bir kapağı açmayı beceremedin’’ diye bir söz kaçar ise ağzınızdan! Kavgaya hazır olun!
Öğle saatlerinde, arkadaşları ile( ki aralarında kadın arkadaşları da olabilir)yemeğe çıkmasına tepki vermeyin! Anlayışlı olmanız gerektiğini unutmayın! Adamın arkadaşlık ilişkilerini bozmayı aklınızdan bile geçirmeyin!
Yıldönümü, yaş günü gibi özel günleri kutlamayı ve eşinize hediye almayı unutmayın! O unutsa bile üzerinde durmayın! İnsanlık hali deyip, geçiştirin!
Aklınızdan geçen sözleri düşünüp taşınıp öyle söyleyin, pat diye konuşmayın! Eşinizi üzmemek için zarar yok! Siz yutun, içinize atın!
İlle de bu yuva çocuklarla süslensin diye tutturmayın! Eşiniz isterse ne ala!
Çocuklar olunca tüm sorumluluk size ait! Çocukların dertleri, zırıltıları ile rahatsız olmasına mahal bırakmayın! Hatta eşiniz tedirgin olmasın, çocuk ağlamasından etkilenmesin diye başka odada uyutun!
Ana fedakârdır! Uykunuzdan, beklentilerinizden vaz geçmek zorunda kalsanız bile şikâyetçi olmayın!
Çocuklarınızın, okul dershane gibi durumları ile siz ilgilenin! Öğretmenlerle, okul aidatı ve dershane paraları türü ödemeler ile uğraşmak gibi külfetlere sokmayın!
Eşinizin her söylediği sözü dinleyin ve itiraz etmeyin!
Katiyen karşılık vermeyin!
‘’Erim, erkeğim, aslanım, bir tanem, canım, ciğerim, hayatım’’ diye hitap edin!
Size iltifat etmiyor ise! İdare edin!
SONRASI MI?
Siz gökyüzüne kanatlanıp uçarken! Yazıktır! O’nun aşağıda kalmasına gönül rızası göstermeyin!
Bırakın! Eteğinizin bir ucuna tutunuversin!
Sakın ha! Bu satırları okumasına izin vermeyin!
Bu ALTIN ANAHTAR niteliğindeki eşsiz manifestoyu kaybetmeyin!
Her an okuyabileceğiniz bir yerde muhafaza edin!!!

Ayşen Arslangiray Kura
10.8.2011/ Kuşadası

''Bu kadar yürekten çağırma beni''


Sevda ne kadar renkli, rengârenk ise, kaybedenlere de o kadar gecedir.
‘’Bu kadar yürekten çağırma beni’’
‘’Bir gece ansızın gelebilirim!’’
Sanma! Sakın aldanma!
İnanma, sakın mucizelere inanma!
Ne yangınlar gördü bu gönül, ne sevda rüzgârlarına ram oldu.
Senle başladı bu sevda ve senle nihayet buldu.
Koklamaya kıyamadığım sevda çiçeklerim bir bir soldu.
Satır aralarına, aşk sözcükleri serpiştirdiğin mektupların var ya! Onlarda silindi gitti.
Sarmış alevler gökyüzünü, kızıla boyanmış sema, yıldızlara nazire olsun diye çılgıncasına savrulmakta.
Neden dersen eğer?
Artık vakit çok geç! Söyleyemem!
Sensizliğin pençesinde geçirdiğim yıllarımın hesabını sana veremem!
Hani insanın sabrının tükendiğini hissettiği an vardır ya!
Ümitlerinin, yaşam sevincinin bittiği an. Yaşadıklarına hayıflandığı son an.
İşte! Ben böyle bir anda yükledim, pişmanlığımın son demlerini, kuzguni kartalın kanatlarına.
Senden bana kalan ne varsa!
Yalnızca mazide kalan birer acı hatıra!
Hani fırsat vardır ya!
Ya yaratırsın, ya karşına çıkan fırsatı yakalamaya çalışırsın, kaçırdığın an ise ardından bakar, bakar da baka kalırsın!
Aşkın ümitsiz girdabında, çırpınır çırpındıkça daha da derine batarsın.
Dönmez gayri! Ne giden! Ne giden günler, ne de yitirdiğin sevdan!!!
Boşuna ağlama!
Boş yere ümit bağlama!
Avun!
Sana kalan bir avuç anınla!!!

Ayşen Arslangiray Kura
8.8.2011/ Kuşadası

Pandora'nın kutusunun kapağını açarsan eğer! İçinden neler dökülür neler!


Pandora’nın kutusunun kapağını açarsan eğer! İçinden neler dökülür neler!
Duygular rengârenktir ya, bazen de solar, okuyanlar ağlar.
Bırak pişmanlıkların peşini, akıp gitsin çağlayan sular gibi.
Gün gelir, çatallı bir yolun başında bulursun kendini. Gitsen bilemezsin sonunda neler bekler seni. Dönsen dönemezsin istesen de geri. Bir diğerini seçseydim diye düşünsen de bilinmezlikler yer bitirir gönlündeki cevheri.
‘’Gitmek mi zor? Kalmak mı zor’’
İki yoldan birini seçmek hepsinden zor. Zordur anlatmak yaşananları.
Anma! Mazide bıraktığın hatıraları.
Hele de bırak kendine acımayı! Düsturun olsun seçmek mutlu yaşamayı.
Güzel değildi aslında, kapkara saçları, boncuk misali kara kara bakan bakışları, ipekten öte yüreği, süper çalışan aklı vardı. Cin gibiydi, pırıl pırıl, fırıl fırıl bakardı gözleri. Unutmazdı hiçbir şeyi. Unutmadı da!
Üç yaşındaydı, ilk fotoğraf karelerinde yer aldığında. Daha öncesini bilmezdi. Hiç bırakmazdı babasının elini. Sıkı sıkıya tutardı, destek arardı minicik kalbindeki sonsuz sevgisi ile babacığından. Nedense babası da çok düşkündü ona. Hep içi ezilerek, acıyarak bakardı yaşlarla dolu gözlerine. Sanki bir şeylerden korur gibi titrerdi üstüne. Bilirdi ki, akşam eve geldiğinde; yine mosmor görecekti ya kolunu, ya da bacağını veyahut da ellerini.
Hatırlamak mı zor? Hatırlamamak mı zor?
Zor dostum zor!
Hayat zor!
 Yaşamak zor!
 Anlatmak hepsinden zor!
Her faninin, bir öyküsü vardır. Kitaplara sığmayan. Yaşanmışlıkları, acı yüklü hatıraları ve anlatamadıkları. Boğazında düğüm düğüm, düğümlenen hıçkırıkları ile yutkunup da anlatamadığı, yaşamdan kaçtığı anları.
Gün olur, sır dolar yürekler. Kendi kendine bile itiraf etmekten çekinirler.
Yıllar, bir bir akıp geçerken, aileye bir birey daha katılır. Hem de bu kez bir erkek birey. Kadın oğlum oldu diye daha da bir böbürlenir, Kaf dağındaki burnu daha da bir havalanır.
Baba sevinsin mi? Sevinmesin mi? Bilemez!!!
Eza çeken yavrusuna daha bir üzülür, daha bir acır. –Ne olur, yeter! Dövme artık bu yavrucağı, sebepli sebepsiz hışmını alma!- Diye yalvarır, karısına!
Aslında çok sevecendir küçük kız. Canı gibi sever kardeşini. Sevincinden sığamaz kabına. Çoğu kez onun yaptığı yaramazlıkları bile üstlenir. Sırf onun da canı yanmasın, kendi gibi diye. Eziyet çekmeye alışmıştır zira.
Soğuktur yüreği kadının, hem de buz gibi soğuk. Vay haline! Koyduğu kurallardan çıkanın. Dinlemez asla sözlerini, ne de ricalarını kocasının. Zamanı tüketirlerken el birliği ile kızın çileleri bitmez büyüse bile.
Ağlamaktan şişer gözleri, nefes alamaz tıkanır, katılır kalır yediği dayaklardan dolayı. Ellerinde oklavanın paralayıcı izleri. Kadın, hırsını alamaz, yavrucağın sırtına vurduğu darbelere oklava bile dayanamaz. Parçalanır, kırılır. Her hafta bir yenisi alınır. Gün olur, dişleri yetişir imdada!!! Isırır her yerlerini acımasızcasına!
Baba, mecbur çalışmaya. Gece gündüz demeden. Hafta sonu, bayram bilmeden. Aklı kızında kalsa da!
Çoğu kez, komşular koşar, çocuğu kadının elinden kurtarmaya.
Kız büyür, serpilir hatta güzelleşir. Tek istediği sevgi, görmediği, yaşamadığı sevgiye özlemdir.
Evde hep ikilik vardır, yıllardır. Baba can si parene kızını korur, anne her dem oğlundan yanadır. Şimdilerde- Ben seni hep sevdim, seviyorum – dese de! Kim inanır?
Aklına takılan hep bir soru vardır!
Acaba, bu benim gerçek anam mıdır?
Hani, hep ‘’Cennet anaların ayakları altında’’ derler.
İçinden, isyan bayrakları çeker!
‘’Hangi anaların, hangi anaların?’’ Der.
Canına tak eder! Bitmez çektiği eziyetler! Kaçıp kurtulmak ister. Evlenip bu çilelerden kaçmayı yeğler!
Sonrası mı?
Okuyanlar merak eder!
Elbet bir gün gelir, anlatmaya devam eder!

Ayşen Arslangiray Kura
5.8.2011/ Kuşadası

Biz bu yolda varız. Ya siz?

 Biz bu yolda varız. Ya siz?
Bu sloganla çıkmışlar yola.
Hayat rengârenk. Duygular rengârenk.
29-30 Temmuz’da Kuşadası’nda Atatürk Meydanında, KUŞADASI ENGELLİLERİ KORUMA Derneği’nin 16.sını düzenlediği KERMES etkinliği gerçekleştirildi.
Bendeniz durur muyum hiç? Hemen soluğu aldım yollarda ve İmbatın savurduğu duygularım yanımda, kendimi buldum kermesin ortasında.
Öyle kalabalıktı ki anlatamam, meydan ve yollar insan doluydu, yerlisi yabancısı tüm duyarlı kişiler oradaydılar.
Bu güzel ve duyarlı kalabalığın ve de yoğun katılımın arasında; Koruma Derneğinin başkanı Sn. Canan Güler, 2.Başkanı Sn. Dr. Emel Dinçer ve Sn. Sema Koçak sağ olsunlar, beni kırmadılar ve zaman yarattılar.
Çok ulvi bir görev üstlenmişler. Büyük bir özveri ve sevgi ile çocukların eğitimine katkı sağlamakta oldukları, sevinç ve gurur yüklü ses tonlarından anlaşılıyordu. Hele de derneğin çalışmalarını ve kermes etkinliğini Milliyet Blogda yazacağım dediğimde; memnuniyetlerini hissetmek ziyadesi ile sevindirdi doğrusu beni.
Derneğin faaliyetlerini, Kuşadası- Kirazlı köyü yolu üzerindeki, KUŞADASI ERDOĞAN ÖVEN ENGELLİLER KÖYÜ’ nde yürüttüklerini, hayırseverin bağışladığı büyük bir arazi içerisinde 1000m’2 lik kullanım alanına sahip okulda; görme, işitme, spastik ve çoğunluğu zihinsel engelli 50 civarında çocuğumuzun eğitildiğini, kıvançla anlattılar.
Derneğin her türlü faaliyeti esnasında Kuşadası Belediye Başkanı Esat Altıngün’ün tam destek verdiğini ve çocukların köye ulaşımında belediyenin servis olanaklarını sunduğunu belirttiler.
Dernek bünyesinde; 60 ila 70 civarında gönüllünün çalıştığını ve sayılarının her gün artarak çoğaldığını anlatırlarken, gözlerindeki umut ışıklarını duyumsamamak imkânsızdı.
Kermesin düzenlendiği alanda, kurulmuş bulunan stantlarda; hem öğrencilerin ürettikleri ürünler, hem de gönüllülerin hazırladıkları ve Kuşadası esnaflarının katkı sağladıkları yiyecekler satışa sunulmuştu ki kalabalığı yara yara, gördüklerimi sizlerin de hissedebilmeniz adına fotoğrafladım.
Gönüllülerin hepsi başkan, hepsi üye, hepsi özenli. Canla başla satışta çalışmaktalardı.
Görme engelli kızımız Burcu Kocabıçak’ın özene bezene ördüğü kocaman yün battaniyeyi(ki hemen satılmış) gösterirlerken, hem ben, hem de gönüllüler gözpınarlarımızda akmak için sıraya dizilen yaşları dizginlemekte inanın ki zorlandık, birbirimizden sakladık. Burun kemiğimin ve yüreğimin sızısı ise cabası.
Okulların açılacağı, 19 Eylül tarihinden itibaren yeniden eğitime başlayacak olan okullarında ve köylerinde buluşmak dilekleri ile veda ederken, tüm gönüllülere bu yüce duygu ve faaliyetleri için teşekkürlerimi sundum.
Her şeye rağmen! Ülkemde halen sağduyunun var olduğunu ve böyle güzel etkinlikleri meydana getiren, ümitle ve de mutluluk dolu duygularla çalışan gönüllü vatandaşlarımızın varlığını görebilmenin sevincini yaşadım ve de yaşadıklarımı sizlerle paylaşmayı arzuladım.
BİZ BU YOLDA VARIZ.  YA SİZ?
Sloganları, sloganımız olsun.

Ayşen Arslangiray Kura
31.7.2011/ Kuşadası

Hodri Meydan!!!


I
Hodri Meydan!!!
‘’Rengârenk kategorisi yazarından’’
Sabırla koruk zamanla onaylanırmış! Aman yanlış, helva karılırmış!
Tık tık tık!!! Ben geldim….
Vallahi de kapıyı zorlamak falan değil niyetim!
Yayınlanırsa, oh ne ala.
Yayınlanmazsa sağlık ola.
İfadelerimde gayet de vardır samimiyet.
Asla, aranmasın sun’i yet.
Uçsuz bucaksız bir dünya bu internet.
Hadi gel bakalım keşfet!
Sanal, manal dedik de unutulmamalı ki bu üstün teknolojiyi kullananlar da etten kemikten mütevellit.
İlginçtir! Netle ilk tanışmam Farmville ile başladı. Bir gün bir de baktım ki sanal ama kocaman bir çiftlik sahibi olmuşum.
Oğlum;
-Anne yeter artık! Bilgisayarımın peşini bırak. Deyince. Mecburen bir mini mini book sahibi oluverdim. Hemen bütün haber sitelerine girdim. Kayıt ol, üye ol derken efendim!
Milliyet Blogun, üç adımda üye ol, cazip davetine kapıldım.
Bir zamanlar, kocaman kocaman sarı yapraklı defterlerim vardı. Şimdi ne zamandı, söylemeyeyim! Akranlarım, iyi hatırlarlar ama aman tevellüt çıkmasın ortaya!
Şiirlerimi, denemelerimi, anılarımı veya değer bulduklarımı yazardım o defterlere.
Önce, müsvedde yapardık o sarı sayfalara, daha sonra da temize çekerdik bembeyaz defterlere. Şimdilerdeki gibi bolluk yok öyle. Beyaz sayfalı defterler pek kıymette. Ziyan etmek ne kelime.
Bir gün, annemin elinde ah o güzelim defterlerim, temizi, müsveddesi.
Sobanın kapağı açık ve küt! Benim defterler içinde!
-Kız kısmı öyle şiir miir mi yazarmış öyle diye diye attı defterleri, benim kalbimle birlikte!
Gürül gürül yanarken şiirlerim, dumanlar bile yaş döktü benimle. Hayat böyle! Ağlasan da nafile!
Ya!!! Yalnız defterlerim mi?  Yıllarca bin bir emekle topladığım, üzerinde çeşit çeşit resimler olan, seriler halindeki kibrit kutusu koleksiyonum da uğradı aynı akıbete. Termosifonun altında yandılar sessizce. Kalabalık ediyorlarmış evde!
Durur muyum? Gizli saklı yazmaya devam. Hem de kopya kalemiyle.(Yeni nesil bilmez! Yıllar geçse de silinmez.) Hadi bakalım! Bulsun da atsın. Bakalım nereye? Soba falan yok ki artık bu evde.
Ah be kızım, fazla sevinme!
Bulmaz mı hiç? Onların da hepsi gitti bir gün çöpe.
İş hayatı, evlilik, çocuk, emeklilik, kurslar, çiçekler, boncuklar, takılar derken yazdığım satırlar, karaladığım yapraklar orada burada atılı kaldılar.
Ve bir gün, işte O gün! Milliyet Blogla tanıştım. Üyelik, kabul edilme faslı ve mutlu son, yazdığım yazıları paylaşmaya başladım.
Samimiyetle itiraf etmeliyim ki ediyorum da zaten, hem de hiç çekinmeden.
Başlarda hayli acemi idim. Şimdi de pek usta olduğum söylenemez amma ilk günlere nazaran hayli yol aldım. Mesela tık almakmış, yorumlanmakmış, okunma ortalaması imiş, haberim bile yoktu.
Hatta kendimle yarışmakta idim.(Hala da öyle, en büyük rakibim, benim.) Her gün yayına üç blog vereceğim diye sabahlara değin, Word belgelerini düzenlemek için canla başla çalışıyordum.
Resim yüklemesini bile neden sonra öğrendim.
Şimdilerde, kategori çeşitliliğimi ve blog yazılarımın renkliliğini arttırma çabası ile hataları asgari düzeye indirmek adına daha fazla okuma ve araştırmalar içerisindeyim.
Milliyet Blogdaki çeşitlilik, arkadaşlarım ve öğrendiklerim benim en büyük zenginliğim.
Öncelikle, aileme ve çevremdekilere beni bu yazın hayatında, destekledikleri ve de teşvik ettikleri için teşekkür etmeliyim.
Azimliyim…
Kim bilir?
Belki bir gün, 1. yılım ya da 2. Yılım veyahut da 1000. Bloğumu kutluyorum diyebilirim.(Sağlık olursa eğer.)
Milliyet Blog da yazdığım ve yazdıklarımı paylaşabildiğim için çok ama çok mutluyum.
İyi ki varsın MB, İyi ki varsınız arkadaşlarım ve İyi ki buradayım.
Daha nice paylaşımlara.
Sevgi ve saygılarımla.
Ayşen Arslangiray Kura
30.7.2011/ Kuşadası

''Bir garip yolcuyum hayat yolunda''



‘’Bir garip yolcuyum hayat yolunda!’’
‘’Rengârenk kategorisi yazarından’’
Yazarın başlama notu: Gerçek bir yaşam hikâyesinden, acılı bir kadının anlattıklarından kurgulanmış bir öyküdür. Adı bende saklı…….teyzeye ve tüm isimsiz kadınlara ithafımdır.
Kadın olmak var ya!
Ortalık bir anda sessizleşir. Herkesin aynı anda sustuğu bir andır.
-Ne oldu? Der biri.
-Yine bir yerlerde, bir kız doğdu. Diye cevap verir içlerinden birisi.
-Niye? Diye sorar bir diğeri.
-Bir kız doğduğunda, dağ-taş ağlar. Diye cevap verir bir başkası.
-Niye ağlar? Diye sorar yine bir diğeri.
-Neden olacak, kadın kısmı çile çekmek için dünyaya gelir de ondan! Der yine içlerin biri.
-Ondandır, dağ-taş inler, ağlar, ağıt yakar, ortalık sessizleşir!
‘’İşte bu sözlerdir, yavrularım, benim hayat hikâyemi yansıtan. Büyük ihtimal dağlar, taşlar ağlamıştır ben doğduğumda, diğer kızlar doğduğunda da ağladıkları gibi. Hem de için için kan ağlamışlardır kesin. Ben de talih nerede? Hiç tanışmadım ki! ‘’
Bu sözlerle, anlatmaya başlayan kadın; uzunca bir zamandır, bembeyaz tülbendinin altından ak saçlarının asaleti yansıyan ve yere doğru eğdiği başını kaldırdı. Gözlerinde hüznün derin izleri okunuyordu. Belli ki, nurlu yüzündeki geçmiş yılların izleri, acı ile oluşmuştu. Sesi titriyordu konuşmaya başladığında. Herkes nefesini tuttu ve pür dikkat dinlemeye başladı.
‘’Bilseniz, neler yaşadığımı! Anlatsam, anlatabilsem her yaşadığımı, ciltler dolusu roman olur.
12 yaşında, babam ilkokulu bitirince tarlaya tabana saldı beni abimle birlikte. Hayvanları otlağa götürmekte cabası. Meğer taa o zamanlar yazılmış acı kaderim. Ne ben bilebildim ne de ailem.
Yan evde, kapı komşumuzdu Mehmet abi. Arada sırada abimle tarlada çalışırken yanımıza gelir, yanımızda oturur, abimle sohbet ederlerdi. Dereden tepeden konuşurlar, kâh gülerler kâh didişirlerdi. Bense daha çocukluktan, ergenliğe geçme aşamasında; dağlardaki özgür açan kır çiçeklerini toplar, saçlarıma taç yapardım. Koşardım koyunların ardından eteklerim uçuşa uçuşa.
Günlerden bir gün, köy meydanında bir kalabalık, davul zurna çalmakta. Bir gümbürtü, sormayın gitsin, gırla. Meğer Mehmet abi askere uğurlanmakta imiş. Herkesle vedalaştı. Yanıma geldiğinde, usulca bir veda öpücüğü kondurdu yanağıma, kör olasıca. Sandım ki masumca.
Günler ayları, aylar yılları kovaladı. Hani o asker uğurlaması var ya! Üzerinden tam koskoca üç yıl geçti. Ben artık 15 yaşında bir genç kız. Hala çocuk ruhumla dağlarda koşmakta.
Mehmet abi askerden döndü. Köy halkı’’ aman sağ salim döndü’’ diyerekten pek bi sevindiler.
Bir gün, biz yine abimle birlikte tarlada çalışırken; doru atın üzerine kurum kurum kurulmuş, sırtında mavzeri ile yanımıza geldi. Abimi yanına çağırdı sert bir ses tonuyla. Abim yanına gittiğinde tartıştılar, bağırıştılar ve itişmeye başladılar. Abim atın ayaklarının altına düştü. Hemen yanına koşmaya başladım ki, ne olduğunu anlayamadan kendimi atın üzerinde buldum. Kolumdan tuttuğu gibi atının üzerine çekivermişti. Yumruklar attım, atı tekmeledim, çığlıklar atarken ağzımı kapattı koca elleriyle. Dörtnala sürdü atı. Gittik uzun süre, nereye gittiğimizi bilmeden. Dağların ortasında, orman içinde bir eve geldik. Yolu belli değil, izi belli değil. Beni hışımla içeri ittirdi.’’ Ya benimsin ya toprağın.’’ Dedi, kapıyı üzerime kilitleyip gitti. Daha doğrusu gittiğini atın nal seslerinden anladım. Evin pencereleri koca kerestelerle kapatılmıştı. Ölsem, kimseler ölümü bile bulamayacaktı. Ağladım, ağladım. Ne çare ne sesimi duyan vardı ne de yerimi bilen. Kaç saat kaldım o evde, ya da kaç gün bilmiyorum. Bir somun ekmekle, bir ibrik su vardı masanın üzerinde, hepsi bu. Yorulmuştum artık ağlamaktan. Yavaşça oturduğum sedirin üzerinden kalkıp, tahtaların arasından süzülen hafif ışığın yardımı ile çevremi kolaçan etmeye başladım. Ekmekten bir lokma kopardım. İçim kazınmıştı ağlamaktan sanırım. Bir yudum suyun yardımı ile lokmayı yutmaya çalıştım. Işık usul usul yerini karanlığa bırakmaya başladı. Akşam oluyordu. Dizlerimi karnıma çekip oturdum. Saatler boyu bu şekilde oturdum ve otururken uyuyakalmışım. Aklım zaman kavramını yitirmeye başlamıştı yavaş yavaş. Dün gibi dün! Hepsi gözümün önünden sırayla geçiyorlar, anılar ah kötü anılar. Hiç unutmadım, unutamadım ki!
Gün ışımağa başlarken geldi bir sabah eşkıya. Kolumdan sürüklediği gibi yine atın terkisine attı. Ne isyanımı dinledi ne de atmaya çalıştığım çığlıklarımı. Sus! Dedi yalnızca sus. O günden beridir ki susuyorum hep yavrularım. Susuyorum derken susadığımı anladım. Bir yudumcuk su verin bana da, boğazım kurudu zira.’’
Elleri titriyordu bardağı tutmaya çalışırken. Yudum yudum içti suyu dinlene dinlene.
Gözlerinden akan bir damla yaşı elinin tersi ile sildi yavaşça, belli ki yüreğine akmaktaydı gerisi. Anlatmaya devam etti.
‘’Meğer köylü, jandarma beni ararmış her yerlerde. Bulmak ne mümkün nafile! Doludizgin sürdü atını hiç durmadan. Vardık ilçeye, Hükümet konağına. Baktım ki babam orada, kösülmüş bir vaziyette, bir köşede boynu bükük, başı öne eğik. Tehditle getirmiş babacığımı da oraya.-Ya kızı verirsiniz! Ya da kökünü kazırım sülalenizin! Öldürür hepinizi koyarım toprağa- demiş.
Yaşım küçük olduğundan mıdır? Kızların söz hakkı olmadığından mıdır? Nedendir bilmem? Kimseler sormadı! Bu adamla evlenmeyi ister misin? Diye.
Nikâh işlemleri tamamlandı. Babam imza attı deftere benim yerime ve ben 15 yaşında, Mehmet abiyle evli bir kadın olarak döndüm köye yine o doru atın sırtında.
Derme çatma, beli dar, kolları uzun, belli ki emanet bir gelinlik giydirdiler üzerime. Yine davul zurna kuruldu köy meydanına. Düğün dernek için! Kimin için? Benim düğünümmüş, meğerse!
Babam, kırmızı kurdeleyi bağlarken belime, köyün orta yerinde, gözlerindeki yaşları saklıyordu ayıp olmasın ele güne diye. Hani erkekler ağlamaz derler ya! Pöhhh… Niye ağlamazlarmış? Bal gibi ağlıyordu işte.
Annem kına yakılırken ellerime.- Üzülme razı ol kaderine! Bizim yazgımız böyle! Kız doğmak, kadın olmak suç yavrum bu ülkede!-
İçimde yayılan dalga dalga isyanlar ile girdim yeni evime. Yeni demeye ispat şahit ister ya neyse. Evde, solmuş eski püskü kumaştan, yıpranmış, pestil misali bir şilte, pencerelerde derme çatma perdeler, bir yorgan, yamuk yumuk isten kararmış bir tencere, birkaç sahan ve çatal kaşık. Annem çeyizlerimi verse de! Nereye sereceğiz ki? Eşya namına hiçbir şey yoktu ki evde!!!
Kocam olacak adam! O benim sevdiğim, sevdalım değildi ki! Sevmemiştim hiçbir zaman, sevemedim de! Kocam olacak diye de düşünmemiştim hiçbir zaman. Kader! Oldu işte, ben istemesem de!
İlk günler ilişmedi bana. İyi davranır gibiydi eşkıya. Mavzer hep elinin altında. Konuşsan, belki de dipçiği geçirecek kafanın ortasına. Hiç konuşmadım, konuşamadım. O gündür, bu gündür hep susuyorum. Konuşma hakkı var mı ki? Nerede? Kadın olursan böyle!
Anam ben bir yaşında iken ölmüş. Üvey annem büyüttü bizi. Öğretmemişti ev işi namına bir şeyler. Ne yemek yapmayı bilirim, ne de kadınlığı. Yemek pişirmeye çalışırım, yemekten başka her şeye benzer. Kaç kez yedim o yamuk tencereyi kafama. Sonradan öğrendim hepsini de, ne fayda yediğim dayaklar caba.
İlk çocuğum kız doğdu. Herhalde yine dağlar, taşlar ağladı.  Onun kaderi de benimkinden berbat. Bir başka gün, onu da anlatırım size yavrularım.
Kız doğurdum diye çok kızdı. Nasıl yürüyecekmiş namı? Dayaklar çoğaldı, hem de acımasızca. Sebepli sebepsiz, her fırsatta. Günlerce kapının önüne bile çıkamaz, tarlaya tabana gidecek halim olmazdı. Her yanlarım mosmor, her yanım ağrırdı.
Saklanırdım samanlığa, arar arar da bulamaz, bağırtısından homurdanmalarından, tüm köy inilerdi. Çaresiz çıkardım samanların arasından. Bu kez de saklandığımdan yerdim dayağı alasından.
İlk kızdan sonra, bir erkek daha sonra da bir kız doğurdum. Üç çocuk, tarla bahçe işi, dayak, kötek, sövmek derken çileler içinde tükettim yılları.
İçim kan ağladı hep. Ben hiç sevmedim O eşkıyayı. Sevecek tarafı da yoktu ki!
Yıllar yılları kovaladı. Çocuklarım büyüdü, evlendiler torun tosun sahibi oldum amma boşa gitti gençliğim, boşa gitti 69 yıllık hayatım.
Şimdi ki aklım olsaydı eğer! Bu eziyetlere belki de katlanmazdım. Haklı da olsam, bu toplumda kadındı adım. ‘’Kadının adı yok!’’ Varsa da niye var bilir misiniz? Çile, eziyet çeksin, yıpratılsın, kullanılsın, dövülsün ve haksızlığa uğrasın, başkaldırdığında ise yılanın başı gibi ezilsin diye var.
Sabır! Bana Allah’ın verdiği en büyük armağandı. Hiç kimseleri kırmadım, o kadar eziyet çekmeme rağmen, çocuklarıma bir fiske bile vurmadım. Kadersizliğime yanıp yakıldım. İyilerden ziyade kötülerin ve içinde kötülük taşıyanların bu dünyada hüküm sürmekte olduklarına karar kıldım. Ümit bu ya! Belki bir gün, yaşadığım acıların, şiddetin ve haksızlıkların son bulacağı umutlarını taşıyarak yaşadım. Hep haktan, haklıdan yana oldum ve asla yalana başvurmadım. Saldırılara karşı daima sabrımı kalkan yaptım.
Artık, göz pınarlarım kurudu, istesem de ağlayamıyorum. Gençliğim gitti dönülmez yerlere, yıllarım tükendi bitti amma çilem hala bitmedi.
Doğarsan ve yaşarsan bu toplumda; dağ, taş ağlar senin için kadınsan eğer.
İnsanlar ezebildiğince ezer, ya dilleri ile söverler ya da elleri ile döverler.
İşte yavrularım, bu benim hayatım. En büyük zenginliğim ve tesellim ise sabrım.’’
Biri, diğeri ve bir diğeri ve de öteki, tümü ağlıyorlardı. Kim bilir? Belki anlatılan hikâyeye, belki de kendi yazgılarına!
Ayşen Arslangiray Kura
22.07.2011/Kuşadası
Facebook:http://facebook.com/aakura
Twitter:http://twitter/#!/aysenkura

Deniz lacivert, gök mavi



Deniz Lacivert, Gök Mavi
Gecenin derin sessizliğinde, mis kokulu yaseminlerin, rengârenk güllerin, doyumsuz güzellikteki çiçekleri ile ortancaların ve yeşilin iç açıcı muhteşemliğinde yaşamak, bir ömürdür Kuşadası’nda.
Aktur sakinleri olarak her dem ve herkesin gıpta ettiği bir bütünlük ve beraberlik sergilemekteyiz yıllardır. Çevremizdekiler de bizlere özenerek bakarlar.
Bu kez, topyekûn hayli kalabalık bir grup ile mavi yolculuk var gezi planlarımızın içinde. Akşamdan sıkı sıkıya tembihledik birbirimize.-Aman! Sabah 9 da hazır olun diye.-
Tabii ben gece kuşu yine sabaha karşı uyuyunca! Kapının gümbür gümbür çalması ile uyandım, hayli geç kalmış vaziyette. Kimi bekler kapıda, kimi kızmakta neredesin diye! Meğer tüm Yasemin Sokak sakinleri, hazır ve de nazır, bir ben kalmışım geride. Tamam! Kızmayın diye, bir telaş, bir kıyamet hazırlandım. Akşamdan hazırladığım nevaleleri aldım.( Amma terliklerle, gözlükleri ve de şapkayı evde unutup bıraktığım sonradan ortaya çıktı.) Koşa koşa arabalara bindik.
Heyhat!
Biz mi erken gittik? Diğerleri mi yolu kaybetti? Bana söylenirlerken geç kaldık diye! Limana varan ilk biz olduk. Bizimkiler yok meydanda! Neyse geldiler birer birer, toparlanıp bindik tekneye. İstikamet Güzelçamlı’dan, Dilek Yarımadası kıyıları ve eşsiz güzellikteki koyları ve de denizin şahane suları.
Sayımız fazla olunca, Güzelçamlı limanında tekne turlarını düzenleyen kooperatif, bize bir tekne tahsis etmiş.
Sabah 10 sularında, denizin kucağına atıldık. Balina 09 adlı tekne ve kaptanımız Mustafa Tekintaş ile.  Kaptan sağ olsun, gezimiz boyunca akşama değin her türlü isteğimizi yerine getirdi ve de her arzu ettiğimiz yerde mola verdi. Kocaman bir teşekkürü hak etti. Bir de çok bilgili, gezdiğimiz yerlerle ilgili sürekli bizi bilgilendirdi. ‘’Teknede yabancı yok nasılsa! Nerelerde isterseniz oralarda mola veririz.’’ Dediğinde. Bizimkilerden sevinç nidaları yükseldi.
HEYOMALA!!!!
Gezi turumuz, Dilek Yarımadasının muhteşem görüntülerini seyredebileceğimiz yakınlıkta ve kıyı boyunca sürecek şekilde başladı. Eşim ve birkaç kişi sırtımı neymiş bilmem denize attılar belki balık avlarız diye de nafile, takılan balıkları kaçırdılar. Tüh! Keşke oltaları da alaydık diye hayıflandılar!
Öncelikle; Dilek Yarımadası ile ilgili başta kaptanımız Mustafa’dan, çeşitli kaynaklardan ve Google amcadan derlediğim bilgileri aktarmakla devam edeyim geziyi anlatmaya.
Dilek Yarımadası, Samsun Dağlarının Ege Denizine uzandığı son nokta ve ismini 1237 metre yükseklikteki Mykale diğer adı Dilek Tepesinden almakta.  20 km. uzunluğunda ve 6 km. genişliğinde, 27000 hektarlık büyük bir alanı kapsamakta. Akdeniz’den, Karadeniz’e kadar Anadolu’da yetişen tüm bitki türleri ile nesli tükenmekte olan Anadolu Parsına, deniz kaplumbağalarına, karaca ve yaban domuzlarına ev sahipliği yapmakta. Yapılan araştırmalarda, 804 türde bitki ve de dünyada sadece Türkiye’de yetişen 18 tür bitkiyi de barındırmakta. Bu nedenle de dünyada eşsiz bir cennet olarak nitelendirilerek, 1966 yılında doğal sit alanı ve Milli Park olarak ilan edilmiş.  İçerisinde yeşilin bin bir tonunu yansıtan yemyeşil vadiler, gizemli kanyonlar ve mağaralar bulunmakta. Yalnızca 5000 hektarlık bölümü geziye açık durumda, diğer kısımları koruma altında. Karayolu ile sadece 4 koya(İçmeler, Nafızın, Aydınlık ve Kalamaki koyları) ulaşılabiliyor. Diğer koylara ancak deniz yolu ile gidilebiliyor ki tekne turlarının da önemi işte bu durumda ortaya çıkıyor. Tam karşısında nerede ise ellesen tutulabilecek uzaklıkta 12 adalardan biri olan Samos adası var.
Bizler, ilk molayı Karasu koyunda verdik. Tabii bütün tekne halkı yani bizimkiler, cümbür cemaat denize attılar kendilerini. Temmuz’un yakıcı Güneşi ve sıcağından bunalanların denize girdikleri an coooz diye sesler ve üzerlerinden buharlar yükseldi.
Karasu koyunda, denizin rengi lacivertti hatta denizin burada siyaha yakın lacivert bir renk alması nedeni ile Karasu adı verilmiş. Daha sonra gezdiğimiz koylar gibi burası da pırıl pırıl ve de tertemiz billur gibi idi. Tekneden denize bakıldığında, o derinliğe karşın, denizin dibindeki tüm canlılar, taşlar nerede ise tek tek sayılabiliyordu.
Sonbaharda, binlerce ve çeşitli büyüklükte kelebeklerin, renk cümbüşü yaratarak uçuştukları nadir ortamlardan biri olan Kelebek koyu ile kıyılarında boy boy mersin ağaçlarının bulunduğu Mersindere koylarını geçtikten sonra ikinci molayı Katıroluğu koyunda verdik.
Çok eski yıllarda, araç yolu bulunmadığından; oralarda yaşayan ahali ihtiyaçlarını katır sırtında taşımaya çalışırlar ve sarp kayaların arasında geçit vazifesi gören oluktan geçerken, yükleri zaten taşımakta olan katırlar, oluğa takılarak denize uçtuklarından, bu koya Katıroluğu adı verilmiş.(Kaptan anlattı, onun yalancısıyım vallah.)
Çam Limanı Burnunu döndükten sonra ki, buradan da eski yıllarda Samos adasına tekneler ile hayvan ve ticari mal ticareti yapılmakta imiş. Ancak, bu kısımlar şimdi koruma altında olduğundan ticaret son bulmuş.
1.Sazlık koyunu ardımızda bırakıp, 2. Sazlık koyunda demir attık. Deniz pırıl pırıl ve Güneş denizin yüzeyinde ışıldamakta. Denizin içinde bulunan kükürtlü taşlardan, dalgaların şiddetinden denize ve kumlara yayılan kükürt nedeni ile deniz ve kumun kükürtlü olduğu ve cildi gerginleştirdiğini öğrendik. Bunu duyan bizim hatunlar, deniz kıyısında dipten aldıkları çamurlara bulandılar güzellik uğruna. Erkekler de hallerine şaşkın bir halde bakmaktalar. Ben mi? Söylemem sır! Hem bulansam, bu kadar bilgiyi ve fotoğrafı nasıl derleyecektim ki?  Derken! Çamur faslı bitince, tekneden yayılan müziğin eşliğinde, denizde oryantal yapmaya başladılar. Durur muyum? Hepsinin fotoğraflarını çektim.(İnkâr edemezler! Delil!)
3.Sazlık koyunun yakınından geçtik ki bu koyun yakınında taş adacıkların var olduğunu gördük. Bu koyun Orfoz, Lağos, Sinarit, Mığrı, Müren, Levrek, Eşkina, Akya, Sarpa, İskaroz, Melanur, Lapin, Karagöz, Lakaroz, Mırmır, Sargoz, Hanoz, İskorpit, Kefal ve Çipura ile denizkestaneleri, denizyıldızları, yunuslar ve süngerlerin en çok bulunduğu bölge olduğunu öğrendik. Tabii ki bizimkiler oltaları evde bıraktıklarına bir kez daha kahroldular. YAPACAK BİR ŞEY YOK!
En son Poyraz Koyuna geldik. Kuzey rüzgârlarından Poyrazın hüküm sürdüğü bu koyda, rüzgâr ve dalgaların büyüsüne kapılan teknemiz, sağa ve sola zaman zaman yalpa atmaya ve beşik gibi sallanmaya başladı. Bizim hatunların korku çığlıkları da, yalpalanmaya eşlik etti.  
Dip Burnundan itibaren, dönüş yolculuğuna başladık. Dip Burnu sahilinde, 50 metrelik bir alanda ve yalnızca buradaki ipek gibi kum saatinde kullanılan kumların arasında yaşayan ve olağanüstü parfüm niteliğinde bir kokuya sahip olan nadide bir cins beyaz zambak yetiştiğini bilgilerimize ekledik.
Bayrak adası yakınlarından itibaren, açık denizden uzun ve sallana sallana bir yolculuğun ardından Kalamaki koyuna demirledik. Kaptanla sohbetimize bu mola esnasında da devam ettik. Yolculuk esnasında Dilek Yarımadasının diğer tarafına dönemediğimiz için, göremediğimiz 1,2,3, olarak sıralanan Nero koyları ve E harfi şeklinde taş adacıklara sahip olan koylar ile Tavşan Adasından bahsetti. Tavşan Adası kıyısında deniz seviyesinde tatlı su kaynaklarının bulunduğu ve yarımadada yaşayan hayvanların sahil kenarına inerek su içtiklerini öğrendik.
Akşamüzeri saatlerinde, Güzelçamlı Limanına geri döndüğümüzde, Sabahleyin güle oynaya, capcanlı bindiğimiz tekneye ve gün boyu kahrımızı asla yüksünmeden, güler yüzünü eksik etmeden çeken kaptanımız Mustafa’ya veda ederken, hepimizin üzerinde mutlu ve tatlı bir yorgunluk vardı.
Bizler, Aktur, Yasemin sokak sakinleri olarak gönül dostlarıyız. İyi günde, kötü günde, sevinçte,  kederde hep yan yanayız. Mümkün mertebe olayları büyütmeden ve birbirimizi kırmadan halletmeye çalışırız. İşte bu nedendir ki birbirimize sıkı sıkıya bağlıyız. Kimin bir sıkıntısı olsa çekinmeden, düşünmeden koşarız. Her daim ve her koşulda birbirimize sahip çıkarız. Gezmekte ve de eğlenmekte birinci sıradayız. Dile kolay! 20 yıldır eskisi ve yenisi ile birlikte ve bütünlük içerisinde yaşamaktayız.
Biliyorum! Bu gezinin anılarını okumak için sabırsızlanmaktasınız.
Canlarım, bu yazıyı hepinize ithaf ediyorum.
İyi ki varsınız….
Ayşen Arslangiray Kura
22.07.2011/ Kuşadası
Facebook:http://facebook.com/aakura
Twitter:http://twitter/#!/aysenkura

KİRAZLI'DA EKOLOJİK PAZAR



İmbat efil efil, Temmuz sıcağının kavuruculuğunu az da olsa hafifletmeye çalıştığı bir anda, baktım ki esir olmuşum İmbat’a. Aldı savurdu beni Kirazlı köyüne. Savrulmamın sersemliğini bir silkinişte attım üzerimden, doğruca köyün meydanına ilerledim, pazar günleri kurulan EKOLOJİK ÜRÜNLER PAZARI na ve pazarda satış yapan kadınların yanına. Bu pazarda sadece kadınlar satış yapıyorlar ve sadece kendi ürettikleri ürünleri pazarlıyorlar.
Hepsi ile teker teker tanıştım ve sohbet ettim. Bu sohbeti ve izlenimlerimi Milliyet Blogda yazarak paylaşacağımı söylediğimde, hem şaşırdılar hem de sevindiler. İlerleyen satırlarımda; anlatılanları, gördüklerimi ve öğrendiklerimi anlatmaya çalışacağım sizlere, birer birer. Bu arada da öğrendim ki neler, neler. Düşünmeden edemedim açıkçası, köyde yaşamak gerekmiş meğer. Biz o doğal yaşama özlem çekerken, şehir yaşamının keşmekeşinden bunalan kişiler olaraktan. Onlar da bizlere özenirlermiş, boşuna olduğunu bilemeden.
Kirazlı köyü, Kuşadası-Çamlık arasında, Kuşadası’na 10 km. uzaklıkta, köy sofraları ile ünlü şirin bir köy. Ne yazık ki ulaşımda biraz zorlanıyor gidenler ki bu nedenle de gelen giden sayısında azalma olmuş son zamanlarda zira yol çok bozuk. Bazı arazi sahipleri ile belediyenin ihtilafa düşmesi nedeni ile yolun düzeltilme ihtimali de pek yakın gözükmüyormuş. Köy sakinleri ve köye gelenler hayli meşakkat çekmekteler. Dört gözle yolun yenilenmesi ve gelenlerin artmasını beklemekteler.
Yıllar önce; Gürsel Tonbul isimli bir kadın girişimci önderlik eder köy halkına. Önce ekolojik tarım ile ilgili bir dernek kurar ve KÜPLÜCE adı ile ürünlerin markalaşmasını sağlar.
Ayrıca, kadın üreticilere sponsor olarak, köy meydanında ahşaptan satış yerleri yaptırır. Şu an kadınlar bu satış yerlerinde yetiştirdikleri ürünleri sergileyerek satış yapmaktalar.
Hamiyet Fırat, Saliha Tutar, Gülizar Duman, İlhan Fırat, Şerife İnce, Elvan Sabuncu, Sabahat, Nilgün Bayar, Hatice Mersin, Meryem Uysal ve Şükran Kaya isimlerini alabildiğim bu kadınlar. Her birinin, uluslararası CERES firmasınca verilmiş bulunan, ekolojik tarım yaptıkları ve organik ürünler yetiştirdiklerine dair müteşebbis sertifikaları var.
Tabii ki, bu sertifikalara sahip olmanın kolay olmadığını ve sertifika sahibi olmayanların bu pazarda satış yapamadıklarını anlattılar. Daha, daha neler anlatmadılar ki; pazarda geçirdiğim takriben üç, dört saat süresince. Sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi sıcacık, cana yakındılar. Sanki gelinleri, sanki kızları ya da kardeşleriymişim gibi davrandılar.
CERES Firmasının, yılda birkaç kez, uzman ziraat mühendislerinin köye gelerek; ekolojik tarım yapılan arazilerin ve yetişen ürünlerin toprak, yaprak analizlerini, kullanılan gübreleri (ki doğal gübre)tahlillerini yaptıklarını ve analiz ve de tahlil sonuçlarına göre sertifika almaya kazananların belirlendiğini söylediler.
Kirazlı köyünde, kiraz ve üzümün ilk sırada yetiştirilen ürünler olduğunu ve bu ürünlerin köyde kurulmuş bulunan Ekoloji Yaşam Derneğinin gayret ve çalışmaları neticesinde KÜPLÜCE markası adı ile ihraç edildiğini öğrendim.
Hibrit tohumlarla yetişen sebze ve meyveler ve de bunların işlenmesi ile üretilen ürünlerin sağlığımızı tehdit ettiği göz ardı edilmemesi gereken bir durum.
Özellikle, çocuklarımızın ve gelecek nesillerin sağlıklarının korunması ve de sağlık sorunlarının asgari düzeye indirilmesi açısından, ekolojik tarımın önemini iyi kavramamız ve desteklememiz gerektiği kanısı ile gözlemlerimi kaleme aldım.
Doğal yöntemlerle üretilen ve işlenen Küplüce markalı ürünlerin yetiştirilmesi esnasında hiçbir kimyasal ilaç ve gübre kullanılmamakta. Yetiştirilen tüm ürünlerin tohumları da yıllardır doğal ve özenli yöntemler ile elde edilerek, muhafaza edilmekte.
Örneğin üzüm pekmezi ile kaynatılmış, kiraz reçeli yapılmış ki muhteşem bir görüntüsü vardı. Ayrıca, karadut, böğürtlen, beyaz kiraz reçelleri, pekmez, sumak ekşisi, koruk suyu, üzüm sirkesi ile köyün dağdaki yamaçlarında toplanmış kantaron otu, kekik, karabaş otu ve filizkin otu( mide ağrısına iyi geldiğini söylediler) Pazar tezgâhlarında yerlerini almıştı. Bir de tarım işinden boş kaldıkları zamanlarda yaptıkları yemeni ve yemeni oyaları ile el işleri tezgâhları süslemekte idi.
Özel olarak yetiştirilen pembe domateslerden, Şubat ve Haziran ayları arasında uzun ve yorucu bir uğraşı sonunda ürün alınabilmekte.
Benim de PDA’na(Pembe Domates Ağı) üye olduğumu söylediğimde şaşkınlıklarını gizleyemeyip,- demek ki bizimle ondan bu denli yakından ilgileniyorsun- dediler. Ekolojik tarımın gelişmesi konusunda hem yardıma, hem de desteğe ihtiyaçları olduğunu belirtirlerken, hepsinin de gözleri ışıldıyordu. Yaptıkları işten gurur duydukları, güleç yüzlerinden ve sevinç dolu ses tınılarından belli oluyordu. Biber fidelerinin arasına fesleğen bitkisini ektiklerini ve bu bitkinin haşereleri uzaklaştırdığını kıvançla anlattılar.
Ben de, domates fidelerinin arasına aynı sefa çiçeğini ekerler ise; domatese gelebilecek beyazsinek, domates kurdu ve salatalık böceğini engelleyebileceklerini ve de daha kaliteli ürün alabileceklerini anlattım.(PDA dan öğrendiğim bilgiler) Hiç duymamışlardı, bir daha ki gelişimde aynı sefa çiçeğinin bir resmini götürmemi, mutlaka başka bir isimle tanıdıkları bir çiçek olabileceğini söylediler.
Artık veda vaktinin geldiğini söylediğimde; aynı sıcaklık ve sevgi ile uğurlamaya kalkıştılar. Ben mutlu bir halde, karınca kararınca alışverişimi de yaptıktan ve en kısa zamanda tekrar geleceğimi de belirttikten sonra; çok güzel ve faydalı bir günün ardından, anılarımı da yanıma alarak, eve dönmek üzere yola koyuldum.
Fırsat buldukça, bu tür paylaşımlarda yine buluşabilmek dileklerim, sevgilerim ve saygılarımla.
Ayşen Arslangiray Kura
17.07.2011/Kuşadası
Facebook:http://facebook.com/aakura
Twitter:http://twitter/#!/aysenkura

7 Temmuz 2011 Perşembe

Tatil yapmalı mıyım? Ya da nasıl bir tatil yapmalıyım?

 
Tatil yapmalı mıyım? Ya da nasıl bir tatil yapmalıyım?
Tatil kavramını yitireli çok uzun yıllar oldu. Neden diye sorarsanız eğer! Kuşadası’nda bir yazlık ev edindiğimizden beridir, kışları İzmir’de, yazları da burada geçiriyoruz. Sadece yaşamak amaçlı mekân değiştiriyoruz. Burasının tek avantajı( algıya göre de değişebilir) komşularla gayet samimi ve sıcak ilişkiler içerisinde yaşamamız. Yani herkesler sokakta yaşıyor. Tabii ki bu arada da üzüntüler, sıkıntılar, sevinç ve mutluluklar da ortak. İyi tarafları olduğu kadar, kötü taraflarını da göz ardı etmemek gerekir. Zira ağız tadı ile bir kavga edemiyorsunuz. Aman etraftan duyulmasın korkusu ile haklı olduğunuz bir konuda bile susmak zorunda kalıyorsunuz. Aynı durum aile içerisindeki herkes için geçerli olduğu gibi, komşular için de söz konusu.
Yani, gül gibi geçinip gidiyor aileler veyahut ta öyle görünmek zorunda kalınıyor. İşin en güzel yanı üzüntü ve sevinçleri paylaşabilmek. Tatil diye bir durum yok ortada açıkçası, yaşam paylaşıyoruz kalabalık bir ortamda. İyi ve kötü tarafları saklı kalmak kaydıyla.
Tatil yapmalı mıyım? Evet! Yapmalıyım.
Kendime daha fazla zaman ayırabileceğim, iş, güç, yemek, çamaşır, ütü vs. düşünmeyeceğim bir ortam olmalı. Benden hizmet bekleyecek kimseler olmamalı. Çok değil, on gün bile olsa yeter.
Nasıl tatil yapmalıyım? Ya da nerede tatil yapmalıyım?
Kış aylarının olağanüstü yoğunluğunu üzerimden atabilmem için önce beynimi dinlendirmeliyim.
Kaz dağlarında veya İstanbul’daki adalardan birinde. Kınalı, Burgaz veya Büyükada olabilir. Çok şey istemiyorum aslında! Televizyon olmamalı! Haberlerdeki gerginliği yaşamamalıyım hiçbir konuda! Telefon veya cep telefonu olamamalı yanımda. Mini mini book da ayrı kalmalı bir süre benden. Her zaman dinlediğim gibi sadece müzik dinlemeliyim radyoda, hafif ve dinlendirici bir müzik. Deniz kıyısında isem, müzik eşliğinde mehtabı ve yakamozların dansını seyretmeliyim. Etrafımda yeşil ve renk renk çiçekler olmalı. Onların muhteşem görüntü ve kokularını duymalı, teneffüs etmeliyim. Hele çam ağaçlarının mis kokularını doyasıya yaşamalıyım.
Gün içerisinde, duygularımı yansıtabileceğim bir deftere karalamalıyım hissettiklerimi. Boncuklarım ile şaheserler yaratabileceğim bir ortamım olsa. Tasarladıklarımı çizip, çizdiğim desenleri uygulayıp, rengârenk boncuklarla büyülü ürünler üretebilsem, tabii ki demli çayım ve olmaz ise olmazım sigaram eşliğinde.
Sonra!
 Sonrası gerçek yaşama dönmeli ve topladığım olumlu enerjiyi önce yakınlarıma ve çevremdekilere yansıtabilmeliyim.
Hayalini kurabilmek bile güzeldi.
Kim bilir?
Belki de gerçekleşebilir!!!
Ayşen Arslangiray Kura
7.7.2011/ Kuşadası