5 Nisan 2012 Perşembe

Geçen yüzyıllardan ve Osmanlı'dan günümüze yansıyan kültür mirası; Hamam

http://blog.milliyet.com.tr/gecen-yuzyillardan-ve-osmanli-dan-gunumuze-yansiyan-kultur-mirasi--hamam/Blog/?BlogNo=357040


‘’Hamama giren terler!’’
‘’Ah!!! Nerde o eski hamamlar?’’ der eskiler!
Jül Sezar’ı, Marcus Antonius’u ve Octavius’u kendine çılgın gibi âşık edip, 3 erkeği de etrafında pervane misali döndüren, Mısır’ın efsanevi kraliçesi Kleopatra’nın güzellik sırrının hamamlarda gizli olduğu yazılmaktadır.

Hamam; tarihçesinin İ.Ö. ki dönemlere dayandığı ama Roma döneminde popülarite kazandığı ve Roma kültüründe eğlence mekânları olarak da kullanıldığı yazılı kaynaklardan anlaşılmaktadır.
Anadolu’nun, Ege ve Akdeniz kıyılarında Kleopatra için inşa ettirilmiş hamamlar bulunduğu ve bunların bir kısmının geçen yıllara ve tabiat koşullarına karşın halen varlıklarını koruduklarını gözlemlemekteyiz.

Fethiye’de, Babadağ eteklerinde, doğal sit alanı olarak ilan edilmiş bulunan Kelebekler Vadisi yakınındaki, Afrodit koyunda ve sadece deniz yolu ile ulaşılabilen Kleopatra Hamamı bu örneklerden en önemlisidir.

Fatih Sultan Mehmet’in, İstanbul’u fethinden sonra; toplumların birbirleriyle kültür etkileşimlerinin kaçınılmaz bir sonucu olarak, tarihçesi Roma dönemine kadar uzanan hamamlara büyük önem verilmiş ve Osmanlı’nın en görkemli oldukları dönemlerde binlerce hamam inşa edilmiştir.(Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde bahsedilmektedir.)

Mimariye ve hayrat, hayır işlerine çok önem veren Osmanlı padişah ve sultanları, cami, han, medrese, çeşme ve imarethane ve de bunların bazen tümünü kapsayan külliyeler yaptırmışlardır. Bu külliyelerin giderlerinin karşılanması için de genellikle yanlarına veya yakınlarına hamam inşa ettirmişlerdir.

Hamam; Genelde mermer taşlarla döşeli ve tavanı kubbe şeklinde imar edilmiş, soyunma yerleri, yıkanma yerleri ki içerisinde kurna başı ve halvet adı verilen kapalı, tek başına yıkanılabilen hücreler bulunan, orta kısmında zeminden yüksekçe dairesel veya kare şeklinde yapılmış göbek taşı bulunan bölümlere sahiptir.

Ayrıca, külhan diye adlandırılan ısıtma yeri; hamamın tam altında yer alır. Yanan odunların alevleri ve dumanları, özel olarak döşenmiş kanallar ile hamamın zemin ve duvarlarını ve de göbek taşının altını dolaşır. Tüteklik denilen baca ile de dışarı verilir. Göbek taşının altının çok ısınması nedeniyle de o kısma ‘’cehennem’’ denilir.

Külhan deyince aklıma külhanbeyi deyimi geldi ve hamamdaki külhan ile bir ilgisi var mı? Diye araştırma yaptım. Halk dilinde ‘’Külhanbeyi’’ olarak tanılanan ve genelde serseri davranışlarda bulunanlara yakıştırma yapılan deyimin aslında; Sultan Abdülaziz döneminde sokakta yaşayan kimsesiz çocukların, soğuktan ve sokakların ürkütücü karanlığından korunmaları için hamamlarda, külhan kısmına yerleştirildikleri ve buralarda barınan çocuklardan kıdemli olan ve külhana yakın yatanlarına külhanbeyi denildiğini, bu çocukların, hamamcılara odunların taşınması ve de küllerin dökülmesinde yardım ettikleri bilgisine ulaştım.

İstanbul’da imparatorluğun muhteşem diye adlandırılan döneminde binlerce hamam yapıldığı ve son dönemlerinde 168 adet hamam kaldığı bilinmektedir. En son, 1741 yılında I. Mahmut’un kurduğu kütüphanenin giderlerini karşılaması açısından yaptırdığı, Cağaloğlu Hamamından sonra hamam inşa edilmediği hatta hamamlarda, çok fazla odun kullanılması ve detaylı su tesisatı yapılmasını gerektirdiği için 1769 yılında yayınlanan bir fermanla, İstanbul’da hamam inşası yasaklanmıştır.

Gedikpaşa hamamından da bahsetmeden geçmemek gerek zira külhanbeyleri ile meşhur ve bu hamamın tellak başı Patrona Halil’in isyanı ile tarihe damga vurmuştur.
Halen İstanbul’da Osmanlı döneminde yaptırılmış ve varlığını günümüze değin sürdüren tarihi hamamlara bir göz atalım.

Çemberlitaş Hamamı; II. Selimin baş hasekisi ve Sultan III. Murat’ın annesi Nurbanu sultan tarafından yaptırılan ve de Mimar Sinan’ın son dönem eserlerinden biridir. Çemberlitaş’ın yanında ve Kapalıçarşı’nın yakınında bulunmakta ve halen faaldir.

Süleymaniye Hamamı; Süleymaniye külliyesinin içerisinde ve Süleymaniye Camii’nin yanında, Mimar Sinan’ın Kalfalık dönemim diye adlandırdığı zamanda tasarladığı ve inşa ettiği ve de Sultan Süleyman’ın kendine ait yıkanma bölümünün de bulunduğu rivayet edilen hamam, 2001 yılında restore edilmiş ve şu an turistik tesisi olarak faaliyette olup kendine ait bir kuyusu mevcuttur. Bu kuyunun suyunun sarılık hastalığına iyi geldiği hakkında halk inancı mevcuttur.

Galatasaray Hamamı; Beyoğlu’da, Galatasaray yakınında bulunan, 1481 yılında II.Beyazıt tarafından yaptırıldığı tarih kaynaklarınca varsayılan ve 1965 yılında restore edilen hamam, şimdilerde turistik tesis olarak kullanılmaktadır.
Büyük Hamam; Mimar Sinan tarafından, Kasımpaşa cami ile birlikte çifte hamam olarak inşa edilmiştir.
Çinili Hamam; Üsküdar’da Kösem Sultan tarafından, Çinili Cami ile birlikte yaptırılmış, çifte hamam olarak imar ve 1964 yılında restore edilmiştir. Tarihi yapısı ve dokusu bugüne değin özenle korunmuş ve halen kullanılmaktadır.

Eski Hamam; Şifalı hamam adı ile de anılan ve Üsküdar’da bulunan hamam, 15. yüzyılda inşa edilmiş ve halen faaldir.

Ayrıca, günümüze hamam kültürünü yansıtan hamamlar içerisinde; Üsküdar’daki Beylerbeyi Hamamı ile Sadaret Kethüdası Yusuf Ağa tarafından 1768 yılında yaptırılan Yalı Hamamı, I.Ahmet’in kiler ağası İsmail Ağa tarafından 1610 da çifte hamam olarak inşa ettirilen Ağa Hamamı, Sultan Abdülaziz devrinde yaptırılan Aziziye hamamı, Küçükyalı Hamamı ve Erenköy Hamamını sayabiliriz.

Edirne’de Sokullu Mehmet Paşa tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan Sokullu Hamamı, Bursa’da Kervansaray Otelinin içinde; Romalılar döneminden bugüne değin korunan Kervansaray Hamamı, Ankara’da 650 yıldır tarihi dokusunu kaybetmeden korunan Karacabey Hamamı vardır. İzmir’de ise genelde Roma ve Bizans dönemlerine ait hamamların yalnızca kalıntıları ve isimleri kalmıştır. Gümüldür’de Roma hamamları ile Bayraklı’da Diana hamamlarının bulunduğu tarihi kaynaklardan anlaşılmaktadır. Tire’de de yüzyıllar öncesi mevcut olan 20 adet hamamdan şu an yalnızca 1 tanesi faal vaziyettedir.

Tabii bu arada, Anadolu’nun kükürtlü ve sıcak sularıyla tanınan ve yerli ve yabancı turistlerin rağbet ettiği kaplıca hamamlarını da unutmamak gerekir.

Topkapı ve Dolmabahçe Saraylarının hamamları aynen muhafaza edilmektedir.

Gelelim hamam kültürünün yaşama yansımasına;

Saraylarda bulunan hamamların haricinde,  şehir hayatının içindeki hamamlar temizliğin simgesi olmakla birlikte, kapalı bir toplum olarak yaşayan Osmanlı’da özellikle sosyal hayattan irrite edilen kadınların zamanla sosyalleştiği ve gezme, eğlenme amacıyla gittikleri mekânlar olmuşlardır.

Kadınlar, konu komşu sözleşip, feracelerine bürünüp, sosyal yaşantılarının vaz geçilmez bir parçası olan hamamlara sıkça gider olmuşlardır. Hatta şimdilerde yıkıldığı için örneklerine rastlayamadığımız konak hamamlarına sahip olan, konaklarda oturan kadınların dahi mahiyetlerindeki hizmetkârları ile birlikte hamama gidişleri bir ritüeldi.

Hamam eşyalarının, olmazsa olmazı nakışlı hamam havluları, peştamalları, kına, sürme, sedef kakmalı takunyaları, gümüşten hamam tasları, Girit sabunları ve çeşit çeşit yemeklerle dolu sepetleri ile soluğu hamamda almışlardı. Sabah başlayan hamam sefaları, akşama değin sürerdi.

‘’Gelsin dolmalar, çalsın sazlar, oynasın kızlar!’’

Temizlenmek, yıkanmak bahane, eğlence ve muhabbet şahane.

Göbek taşının üzerine serilirler sere serpe. Kurna başında, genç kızlar şarkı söylerler de, hamamın kubbelerinden dışarı taşar, şarkılar nağme nağme.

‘’Bir kızıl goncaya benzer dudağın,
Açılan tek gülüsün bu bağın.’’

Hamam tasları gümüşten, ben anlamadım bu işten! Kâh yıkanmak için kullanılırmış, kâh müziğin temposuna def vazifesi görürmüş.

Hamamda kız beğenmek adettenmiş o zamanlar. Kızlar tüm marifetlerini döker, süzüm süzüm süzülürlermiş, kendilerini beğendirmek için, kaynana adaylarına.

Kaynana adayları ise göz ucuyla süzerlermiş kızları. Acaba hangi güzel layıktır benim oğula?
Gelin hamamlarının, eğlencesi ve görkemi ise bir başka imiş.

Sabun ayrı bir yer tutardı gerek saray, gerekse semt hamamlarının kültüründe. Zeytinyağı ile imal edilmiş ve özellikle Girit-Kandiye sabunları pek rağbetteymiş.
Edirne ve Kudüs’te imal edilen misk ve amber sabunları ise saray hamamlarının vaz geçilmezleriymiş.

Elma, armut, üzüm, şeftali, muz, çilek, kayısı, portakal gibi kendilerine has kokuları içlerinde barındıran meyvelerden yapılan sabunlar, saray erkânı için üretilir ve saray hamamlarında kullanılırmış. Saraya gönderilen sabunlar eritilerek, kullanacak olan kişilerin koku zevklerine göre koku ilave edilerek, yeniden şekillendirilirmiş.

Kildanlık adı verilen ve genelde gümüş ya da altından yapılmış kapların içerisine kil konur, kil dibe çökünceye kadar beklenir, süzülen su ile ipek keseler ile vücutlar temizlenirmiş.
Ayrıca, ebegümeci ve hatmi çiçeği kaynatılarak, elde edilen bitkisel su ile de saçlar durulanır, yumuşak ve ipeksi bir hal alırmış.

Eller ve ayakların bakımına özel itina gösterilir, susam ve gül yağı ile masaj yapılırmış.

Durulanan saçlar nemli iken; nemli saça çeşitli çiçek ve bitkilerden elde edilen yağlar sürülür. Kokuyu içine hapseden saçlar, kurudukça, günler boyu mis gibi kokarmış.

Hamamdan çıkmadan önce nemli cilde; soğuk havayla temas ettiğinde cildin buruşmaması ve güzel kokması içinse, yasemin, gül, lavanta, mimoza, papatya, ıhlamur, sümbül,karanfil, orkide ve menekşe çiçeklerinden elde edilen ve de üzerleri mücevherlerle bezeli ‘’güllü abdan’’ denilen gümüş ya da altından şişelerde muhafaza edilen yağ ve esanslar uygulanırmış.

Limon suyu ayrı bir özel tutulur, cildin beyazlatılmasında sıkça kullanılırmış.
Eh bu kadar itina ve bakımdan sonra, Osmanlı kadınlarının güzelliklerinin sırrı da açığa çıkmış oluyor.

‘’Aynı hamam, aynı tas!’’ değil artık zaman!

Kent yaşamına geçiş ve kent kültürünün zaman içerisinde değişmesi ile hamamlar eski önemini ve sosyal yaşamdaki özel konumlarını yitirmiş durumda.

Şimdilerde hamam kültürü; turizm merkezlerinde, yıldızları bol turistik otellerde, SPA merkezleri, sauna(Fin hamamı), Türk hamamları olarak varlıklarını sürdürmekte.

Osmanlı kadınlarının gizemli güzellikleri de tarih yapraklarının arasında yer almakta.

Ayşen Arslangiray Kura
6 Nisan 2012/ Kuşadası

 
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder