‘’Hamama giren
terler!’’
‘’Ah!!! Nerde o eski
hamamlar?’’ der eskiler!
Jül Sezar’ı, Marcus
Antonius’u ve Octavius’u kendine çılgın gibi âşık edip, 3 erkeği de etrafında
pervane misali döndüren, Mısır’ın efsanevi kraliçesi Kleopatra’nın güzellik
sırrının hamamlarda gizli olduğu yazılmaktadır.
Hamam; tarihçesinin
İ.Ö. ki dönemlere dayandığı ama Roma döneminde popülarite kazandığı ve Roma
kültüründe eğlence mekânları olarak da kullanıldığı yazılı kaynaklardan
anlaşılmaktadır.
Anadolu’nun, Ege ve
Akdeniz kıyılarında Kleopatra için inşa ettirilmiş hamamlar bulunduğu ve
bunların bir kısmının geçen yıllara ve tabiat koşullarına karşın halen
varlıklarını koruduklarını gözlemlemekteyiz.
Fethiye’de, Babadağ
eteklerinde, doğal sit alanı olarak ilan edilmiş bulunan Kelebekler Vadisi
yakınındaki, Afrodit koyunda ve sadece deniz yolu ile ulaşılabilen Kleopatra
Hamamı bu örneklerden en önemlisidir.
Fatih Sultan
Mehmet’in, İstanbul’u fethinden sonra; toplumların birbirleriyle kültür
etkileşimlerinin kaçınılmaz bir sonucu olarak, tarihçesi Roma dönemine kadar
uzanan hamamlara büyük önem verilmiş ve Osmanlı’nın en görkemli oldukları
dönemlerde binlerce hamam inşa edilmiştir.(Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde
bahsedilmektedir.)
Mimariye ve hayrat,
hayır işlerine çok önem veren Osmanlı padişah ve sultanları, cami, han,
medrese, çeşme ve imarethane ve de bunların bazen tümünü kapsayan külliyeler
yaptırmışlardır. Bu külliyelerin giderlerinin karşılanması için de genellikle
yanlarına veya yakınlarına hamam inşa ettirmişlerdir.
Hamam; Genelde mermer
taşlarla döşeli ve tavanı kubbe şeklinde imar edilmiş, soyunma yerleri, yıkanma
yerleri ki içerisinde kurna başı ve halvet adı verilen kapalı, tek başına
yıkanılabilen hücreler bulunan, orta kısmında zeminden yüksekçe dairesel veya
kare şeklinde yapılmış göbek taşı bulunan bölümlere sahiptir.
Ayrıca, külhan diye
adlandırılan ısıtma yeri; hamamın tam altında yer alır. Yanan odunların
alevleri ve dumanları, özel olarak döşenmiş kanallar ile hamamın zemin ve
duvarlarını ve de göbek taşının altını dolaşır. Tüteklik denilen baca ile de
dışarı verilir. Göbek taşının altının çok ısınması nedeniyle de o kısma
‘’cehennem’’ denilir.
Külhan deyince aklıma
külhanbeyi deyimi geldi ve hamamdaki külhan ile bir ilgisi var mı? Diye
araştırma yaptım. Halk dilinde ‘’Külhanbeyi’’ olarak tanılanan ve genelde
serseri davranışlarda bulunanlara yakıştırma yapılan deyimin aslında; Sultan
Abdülaziz döneminde sokakta yaşayan kimsesiz çocukların, soğuktan ve sokakların
ürkütücü karanlığından korunmaları için hamamlarda, külhan kısmına
yerleştirildikleri ve buralarda barınan çocuklardan kıdemli olan ve külhana
yakın yatanlarına külhanbeyi denildiğini, bu çocukların, hamamcılara odunların
taşınması ve de küllerin dökülmesinde yardım ettikleri bilgisine ulaştım.
İstanbul’da
imparatorluğun muhteşem diye adlandırılan döneminde binlerce hamam yapıldığı ve
son dönemlerinde 168 adet hamam kaldığı bilinmektedir. En son, 1741 yılında I.
Mahmut’un kurduğu kütüphanenin giderlerini karşılaması açısından yaptırdığı, Cağaloğlu
Hamamından sonra hamam inşa edilmediği hatta hamamlarda, çok fazla odun
kullanılması ve detaylı su tesisatı yapılmasını gerektirdiği için 1769 yılında
yayınlanan bir fermanla, İstanbul’da hamam inşası yasaklanmıştır.
Gedikpaşa hamamından
da bahsetmeden geçmemek gerek zira külhanbeyleri ile meşhur ve bu hamamın tellak
başı Patrona Halil’in isyanı ile tarihe damga vurmuştur.
Halen İstanbul’da
Osmanlı döneminde yaptırılmış ve varlığını günümüze değin sürdüren tarihi hamamlara
bir göz atalım.
Çemberlitaş Hamamı;
II. Selimin baş hasekisi ve Sultan III. Murat’ın annesi Nurbanu sultan
tarafından yaptırılan ve de Mimar Sinan’ın son dönem eserlerinden biridir. Çemberlitaş’ın
yanında ve Kapalıçarşı’nın yakınında bulunmakta ve halen faaldir.
Süleymaniye Hamamı;
Süleymaniye külliyesinin içerisinde ve Süleymaniye Camii’nin yanında, Mimar
Sinan’ın Kalfalık dönemim diye adlandırdığı zamanda tasarladığı ve inşa ettiği
ve de Sultan Süleyman’ın kendine ait yıkanma bölümünün de bulunduğu rivayet edilen
hamam, 2001 yılında restore edilmiş ve şu an turistik tesisi olarak faaliyette
olup kendine ait bir kuyusu mevcuttur. Bu kuyunun suyunun sarılık hastalığına
iyi geldiği hakkında halk inancı mevcuttur.
Galatasaray Hamamı;
Beyoğlu’da, Galatasaray yakınında bulunan, 1481 yılında II.Beyazıt tarafından
yaptırıldığı tarih kaynaklarınca varsayılan ve 1965 yılında restore edilen
hamam, şimdilerde turistik tesis olarak kullanılmaktadır.
Büyük Hamam; Mimar
Sinan tarafından, Kasımpaşa cami ile birlikte çifte hamam olarak inşa
edilmiştir.
Çinili Hamam;
Üsküdar’da Kösem Sultan tarafından, Çinili Cami ile birlikte yaptırılmış, çifte
hamam olarak imar ve 1964 yılında restore edilmiştir. Tarihi yapısı ve dokusu
bugüne değin özenle korunmuş ve halen kullanılmaktadır.
Eski Hamam; Şifalı
hamam adı ile de anılan ve Üsküdar’da bulunan hamam, 15. yüzyılda inşa edilmiş
ve halen faaldir.
Ayrıca, günümüze
hamam kültürünü yansıtan hamamlar içerisinde; Üsküdar’daki Beylerbeyi Hamamı
ile Sadaret Kethüdası Yusuf Ağa tarafından 1768 yılında yaptırılan Yalı Hamamı,
I.Ahmet’in kiler ağası İsmail Ağa tarafından 1610 da çifte hamam olarak inşa
ettirilen Ağa Hamamı, Sultan Abdülaziz devrinde yaptırılan Aziziye hamamı,
Küçükyalı Hamamı ve Erenköy Hamamını sayabiliriz.
Edirne’de Sokullu
Mehmet Paşa tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan Sokullu Hamamı, Bursa’da
Kervansaray Otelinin içinde; Romalılar döneminden bugüne değin korunan
Kervansaray Hamamı, Ankara’da 650 yıldır tarihi dokusunu kaybetmeden korunan
Karacabey Hamamı vardır. İzmir’de ise genelde Roma ve Bizans dönemlerine ait
hamamların yalnızca kalıntıları ve isimleri kalmıştır. Gümüldür’de Roma
hamamları ile Bayraklı’da Diana hamamlarının bulunduğu tarihi kaynaklardan
anlaşılmaktadır. Tire’de de yüzyıllar öncesi mevcut olan 20 adet hamamdan şu an
yalnızca 1 tanesi faal vaziyettedir.
Tabii bu arada,
Anadolu’nun kükürtlü ve sıcak sularıyla tanınan ve yerli ve yabancı turistlerin
rağbet ettiği kaplıca hamamlarını da unutmamak gerekir.
Topkapı ve Dolmabahçe
Saraylarının hamamları aynen muhafaza edilmektedir.
Gelelim hamam
kültürünün yaşama yansımasına;
Saraylarda bulunan
hamamların haricinde, şehir hayatının
içindeki hamamlar temizliğin simgesi olmakla birlikte, kapalı bir toplum olarak
yaşayan Osmanlı’da özellikle sosyal hayattan irrite edilen kadınların zamanla
sosyalleştiği ve gezme, eğlenme amacıyla gittikleri mekânlar olmuşlardır.
Kadınlar, konu komşu
sözleşip, feracelerine bürünüp, sosyal yaşantılarının vaz geçilmez bir parçası
olan hamamlara sıkça gider olmuşlardır. Hatta şimdilerde yıkıldığı için
örneklerine rastlayamadığımız konak hamamlarına sahip olan, konaklarda oturan
kadınların dahi mahiyetlerindeki hizmetkârları ile birlikte hamama gidişleri
bir ritüeldi.
Hamam eşyalarının,
olmazsa olmazı nakışlı hamam havluları, peştamalları, kına, sürme, sedef
kakmalı takunyaları, gümüşten hamam tasları, Girit sabunları ve çeşit çeşit
yemeklerle dolu sepetleri ile soluğu hamamda almışlardı. Sabah başlayan hamam
sefaları, akşama değin sürerdi.
‘’Gelsin dolmalar,
çalsın sazlar, oynasın kızlar!’’
Temizlenmek, yıkanmak
bahane, eğlence ve muhabbet şahane.
Göbek taşının üzerine
serilirler sere serpe. Kurna başında, genç kızlar şarkı söylerler de, hamamın
kubbelerinden dışarı taşar, şarkılar nağme nağme.
‘’Bir kızıl goncaya
benzer dudağın,
Açılan tek gülüsün bu
bağın.’’
Hamam tasları
gümüşten, ben anlamadım bu işten! Kâh yıkanmak için kullanılırmış, kâh müziğin
temposuna def vazifesi görürmüş.
Hamamda kız beğenmek
adettenmiş o zamanlar. Kızlar tüm marifetlerini döker, süzüm süzüm
süzülürlermiş, kendilerini beğendirmek için, kaynana adaylarına.
Kaynana adayları ise
göz ucuyla süzerlermiş kızları. Acaba hangi güzel layıktır benim oğula?
Gelin hamamlarının,
eğlencesi ve görkemi ise bir başka imiş.
Sabun ayrı bir yer
tutardı gerek saray, gerekse semt hamamlarının kültüründe. Zeytinyağı ile imal
edilmiş ve özellikle Girit-Kandiye sabunları pek rağbetteymiş.
Edirne ve Kudüs’te
imal edilen misk ve amber sabunları ise saray hamamlarının vaz
geçilmezleriymiş.
Elma, armut, üzüm, şeftali,
muz, çilek, kayısı, portakal gibi kendilerine has kokuları içlerinde barındıran
meyvelerden yapılan sabunlar, saray erkânı için üretilir ve saray hamamlarında
kullanılırmış. Saraya gönderilen sabunlar eritilerek, kullanacak olan kişilerin
koku zevklerine göre koku ilave edilerek, yeniden şekillendirilirmiş.
Kildanlık adı verilen
ve genelde gümüş ya da altından yapılmış kapların içerisine kil konur, kil dibe
çökünceye kadar beklenir, süzülen su ile ipek keseler ile vücutlar
temizlenirmiş.
Ayrıca, ebegümeci ve
hatmi çiçeği kaynatılarak, elde edilen bitkisel su ile de saçlar durulanır,
yumuşak ve ipeksi bir hal alırmış.
Eller ve ayakların
bakımına özel itina gösterilir, susam ve gül yağı ile masaj yapılırmış.
Durulanan saçlar
nemli iken; nemli saça çeşitli çiçek ve bitkilerden elde edilen yağlar sürülür.
Kokuyu içine hapseden saçlar, kurudukça, günler boyu mis gibi kokarmış.
Hamamdan çıkmadan
önce nemli cilde; soğuk havayla temas ettiğinde cildin buruşmaması ve güzel
kokması içinse, yasemin, gül, lavanta, mimoza, papatya, ıhlamur, sümbül,karanfil, orkide ve menekşe çiçeklerinden elde edilen ve de üzerleri
mücevherlerle bezeli ‘’güllü abdan’’ denilen gümüş ya da altından şişelerde
muhafaza edilen yağ ve esanslar uygulanırmış.
Limon suyu ayrı bir
özel tutulur, cildin beyazlatılmasında sıkça kullanılırmış.
Eh bu kadar itina ve
bakımdan sonra, Osmanlı kadınlarının güzelliklerinin sırrı da açığa çıkmış
oluyor.
‘’Aynı hamam, aynı
tas!’’ değil artık zaman!
Kent yaşamına geçiş
ve kent kültürünün zaman içerisinde değişmesi ile hamamlar eski önemini ve sosyal
yaşamdaki özel konumlarını yitirmiş durumda.
Şimdilerde hamam
kültürü; turizm merkezlerinde, yıldızları bol turistik otellerde, SPA
merkezleri, sauna(Fin hamamı), Türk hamamları olarak varlıklarını sürdürmekte.
Osmanlı kadınlarının
gizemli güzellikleri de tarih yapraklarının arasında yer almakta.
Ayşen Arslangiray
Kura
6 Nisan 2012/
Kuşadası
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder