31 Ekim 2016 Pazartesi

Geziyorum... Kaz Dağları, Altınoluk, Avcılar



http://blog.milliyet.com.tr/geziyorum-kazdaglari--altinoluk--avcilar/Blog/?BlogNo=544624


Hazanı yaşamak var ya hüzün yüklenip de çıkmak dağların zirvelerine. Kızıllar, yeşiller, sarılar arasında.
Bir bulut olmak Gökyüzünde gri ve beyaz ya da sararmış bir yaprak, ağaç dibinde.

Yürüyorum. Yürüyorum. Yürüyorum…

Alabildiğine dik yokuşlarda, yol taşlı çakıllı ve zorlu. Yolun sağında, solunda, yanında ardında her bir yakasında zeytin ağaçları. Yemyeşil yapraklarının arasında yeşil, alaca ya da kararan meyveleri zeytinleri seyrede seyrede.

Fakir toprakların zengin ağacı diye nitelendirilen zeytin… Taşlı, çakıllı, kayalık, dik ve kıraç toprakların hazinesi zeytin. Belki en genci 80 belki 120 yaşında. Biraz dikkatli bakarsanız 300-400 yıllık ağaçlar da var aralarında. Anıt ağaç olma yolunda her biri.  Yüzyıllara meydan okuyan gövdeleri ve o gövdelerden yeşeren gencecik dalları. Dallarının üstünde binlerce zeytin… Hasata hazır…


Oksijen deposu, Homeros’un ilyada Destanında  ‘’Bin Pınar İda’’ diye adlandırdığı, İDA dağının, şimdiki adı ile Kaz Dağlarının eteklerindeyim.
Ve… Bu yolculuk hiç bitmesin dileğindeyim…
Yol boyunca, zirveye doğru ilerledikçe, tüm ağırlıkları attım üzerimden. Nelerle karşılaşacağım diye merak içerisindeyim.


Ruhum gezgin. Ruhum Özgür.
Metrelerce derinlikteki Şahin Deresi Kanyonu’nu seyrede seyrede tavşankanı, sıcacık bir çay eşliğinde mola; Avcılar Köyündeyim.
Kanyonda 7 tane gölet varmış da yukarıdan görmek olanaksız. Erişmek desen belki de imkânsız.
‘’Neden Altınoluk?’’ dedim, köy sakinlerine.
‘’Dön bir bak, alabildiğine mavidir Ege denizi. Işıltısı yansır Kaz dağlarına, tepelere. Güneş’in altın ışıkları oluk oluk süzülür, devasa çamların yaprakları arasından yüreğine yüreğine.’’
Aklım karıştı, anlatılan hikâyelerle, efsanelerle.
‘’Sarı kız’’ geldi mesela gözümün önüne.
Sonra aşkı uğruna gölette boğulan Hasan!
Güzellik yarışmasında, güzelliği tescillenen Afrodit… Daha neler neler.
Sabredin biraz, her birini anlatacağım sizlere.
Duyanlar, bilenler anlatsınlar diye bilmeyenlere.
Çok uzun yıllar boyu Türkmenler ve Yörüklerle beraber yaşamış Rumlar da Avcılar köyünde. Cumhuriyet döneminde Rumlar ile muhacirler yer değiştirmişler mübadele neticesinde.
Avcılar köyü sakinleri ‘’Yine gel, mahalli yemeklerimiz kıstırma, Üçkardeş ve gözlemenin nefasetini sunalım sana’’ dediler.

Antandros’un tarihi kalıntıları, Şahin Deresi Kanyonu’nun üstünde Şahin Tepe’de kurulan antik şehrin ve kale temellerini seyrede seyrede, Dedepınar’ından akan pınar suyunu içip, yolculuğa devam Dünya’nın 2. Oksijen deposu özelliğini taşıyan ormanın içinde. Bol oksijeni içime çeke çeke.
Yol aldım, Edremit Körfezi’nin bütünüyle tüm güzelliğini seyretmeye, daha daha da yükseklere.
Biter mi bu yolculuk yürüye yürüye?
İçimde bir his ‘’ Ne olur bitmesin’’ diye diye.
Sarıldım hazana, sararan yapraklara, yeşilin bin bir tonuna, kızıla ve tüm duygulara.

Ay buluta girende,
Dönüş vakti gelende…
Bir daha ki sefere sizler de gelin benimle birlikte.
Tarihe, geçmişe, mitolojiye, ülkemin birlikte yaşayan, nefes alan insan mozaiğine, günümüze, cennet köşelere selam ede ede…
Ne dersiniz?
Sevgilerimle…
Ay Şen




28 Ekim 2016 Cuma

Geziyorum... Kozak Yaylası







Yine çıktım yola…
Ayvalıktan, Gömeç istikametine doğru, sağ kenarda bir levha.
Kozak Yaylası…
‘’Kozak’’ adını, fıstık çamlarının kozaklarından aldığı söylenen taaa Ayvalık’tan; Bergama’ya kadar uzanan 50 kilometrelik yolun sağına dizi dizi yerleşmiş, dağ bayır, dere tepe her yerin fıstık çamları ile bezendiği; Türkiye’nin en büyük yaylalarından biri.






Anlatmakla bu güzellikleri ifade etmenin şu an zorluğunu yaşadığımı bilmenizi isterim ki mutlaka ve mutlaka görmeniz gerekli.

Bergama Krallığından beridir var olduğu bilinen fıstık çamlarının diyarı Kozak Yaylası.
Türkiye’de üretilen çam fıstığının %80’ni karşılayan, 5 milyondan fazla olduğu söylenen fıstık çamları, yolun kıyısında sonbaharın bin bir hazan rengine bürünmüş palamut meşeleri, çınarlar ve sararan kavaklar ile çevrelenmiş.

Granit kayaları ve kalkitli topraklarda yetişen fıstık çamlarının arasında sürüler halinde gezen keçiler, zaman zaman arabaların da önüne geçerek, mecburi mola verdirmekteler.



Bergama’ya 20 kilometre kala fıstıkların işlendiği bir fabrika var. Fıstık fabrikasına gittiğimizde, kozalaklardan makineler ile ayrılan fıstıkların, daha sonra da kabuklarından ayrıldığı düzenekleri izledik ancak fabrikanın içine sokmadıkları gibi, fotoğraf çekmeme de izin verilmedi. Sadece orada bulunan görevliler, Ekim ayının sonuna kadar toplanan kozalakların, Mayıs ayına değin kurutulduğunu ve daha sonra fıstık üretiminin başladığını belirttiler. Fıstık kabuklarının da 1200 derece gibi çok yüksek bir kaloriye sahip oldukları için, kabuklarının da fırınlarda ve kalorifer yakıtı olarak kullanıldığını anlattılar.




Kozak Yayla’sında ayrıca ‘’Kozak Üzümü’’nün yetiştirildiği bağlar ve bağların önünde ‘’ Bağdan beğendiğin üzümü seç, kes ve al’’ yazılı levhalar vardı.

Kozak yaylasında, Madra dağının zirvesinden de Ege Denizi ve Midilli Adası görünmekte. 16 köyü bünyesinde barındıran Kozak Yaylası’nda yaşayan halk başta çam fıstığı, üzüm, şarap, pekmez ve peynir üretimi ile geçimlerini sağlamaktalar.

Ormanın içindeki kıvrıla kıvrıla giden kilometrelerce yolun muhteşemliğini seyrederek, devasa çam ağaçlarının görünümünün güzelliğini ve oksijen yüklü havayı içinize çeke çeke Bergama’ya ulaştığınızda ise Kozak helvasını almadan sakın geçmeyin derim.

Gelin, görün ve gezin.
Tekrar tekrar bu güzellikleri yeniden görmek için tarifsiz bir arzu duyacağınızdan emin olabilirsiniz.
Doğa sporlarının, traking gezilerinin yapılabildiği Kozak Yaylası’nın muhtelif açılardan çektiğim fotoğrafları ile de yazımı süslemeye çalıştım.

Ülkemizdeki cennet köşelerden bir başka cennet köşeyi yine anlatabilmek, sizlere tanıtabilmek ümidiyle…

Sevgiler sunuyorum…

Ay Şen

















24 Ağustos 2016 Çarşamba

SUS...






http://blog.milliyet.com.tr/sus/Blog/?BlogNo=537595


Dön bir bak geriye! 
Geçmişine, mazine...Yapabildiklerine ve başarabildiklerine ya da . Ne kaldı geriye?
Koş, koş, koş, koş...
Çalış, didin, çabala.
Nereye kadar? Ne için? Kimin için? Ne diye?
''Sen güçlüsün! Bu zorluğu da aşarsın! Şükret haline!'' Ve saire ve saire...
İyi bir evlat ol. İyi bir eş. İyi bir anne, iyi bir kadın! Hep iyi ol. Zaten sen iyi isen herkes iyi ki!
Sus...''Kan kus, kızılcık şurubu içtim ''de.

Umut dağların yıkılsa da sus.

Sevinç çiçeklerin birer birer solsa da sus.

Ümit kelebeklerin ölse de sus.


''El alem ne der?''diye sus.

 ''Aman kimse üzülüp, darılmasın!'' diye sus.

Kırmızı, lacivert ya da mor çizgisi olanlar için ses etme, sus.
Kimsenin üstüne çizgi çekme, kara kalem ya da başka renkle.
''Ay ne kadar fedakar'' desinler. Sırtını sıvazlayıp poh pohlasınlar.

Sen hep koş, koş, koş,koş.
''Sen başarırsın, sen bu işin üstesinden de gelirsin'' dediklerinde; insanları mahcup etme, başar ve asla teşekkür bekleme... SUS...
Başaramadıkların için de mazeret üretme... Sus...
Bazıları inanmaz gözlerle bakıp, umursamasalar dahi ''Tükendim ben bittim, tükenmişlik sendromu yaşıyorum'' deme. SUS...
''İçim yanıyor, içim acıyor'' falan gibi laflar etme! SUS...''
Sevgi dolu ol.
Hak eden ya da hak etmeyen diye ayırt etmeden sev.
SUS...
''Güçlü Kadın'' imajını sarsma. Aman sakın zedeletme ! Yine sus...
Sel gibi akan gözyaşlarını görenleri '' Ayy gözüme yağmur kaçtı'' diye avut. SUS...
Üzüldüğünü kimselere belli etme. Sus...
Haşa hakkını, kişiliğini ya da ilkelerini karşındakilere savunmak gibi bir gaflete kapılma. Ve... SUS...
Dön bak geriye!
''Bu güne değin kendin için ne yaptın?'' diye sorgulama. SUS...
Kendin haricinde, başkaları için ne yaptı isen onlarla avun, gururlan.


Bütün sosyal medyadaki bağlantılarını, bütün teknolojik irtibatlarını askıya al.
Süresiz bir zaman aralığına mandalla ve SUS...


Bak bir gün daha battı.


Zaman dar...!!!

Ay Şen...

7 Mayıs 2016 Cumartesi

Anneler Günü!





‘’Çılgınım bugün!
Çılgın bir serseri!
Ruhum aynen deli divane rüzgârlar gibi…
Üşüyorum anne… Çok üşüyorum!
Duymuyor ki sesimi… Duymuyor…
Zaten benim hiçbir zaman annem olmadı ki!
Bir yığın, sayısını hatırlamadığım annem oldu benim ama hiç biri gerçek annem değildi ki! Tabii bunu zaman ilerledikçe, yaşça büyüdükçe anladım ben!
Neden kahvaltı masasında bir dolu çocuk bir arada kahvaltı ediyoruz?
Neden saçlarımı okşayıp, bağrına basmıyor hiç kimse beni?
Neden biz her gelen kadına ‘’anne’’ diye sarılıyoruz?
Neden üstüme yemek döktüm diye kollarımı çimdikleyen Habibe anneye ‘’ ANNE’’ diyorduk ki biz?
Neden sonra bunların cevabını bulur oldum!
Benim annem yoktu ki!
İlkokula başladığım günlerde duymuştum ilk o cümleyi…
 ‘’ Yetimhane çocuğuymuş bu!’’
Bazen acıyan, bazen küçümseyen bakışlarla bakan gözler!
Siz annesizlik nedir bilir misiniz?
Belki!
Belki bileniniz var içinizde, belki de yok!
Amma ben çok iyi biliyorum!
Hani bugün ‘’Anneler Günü’’ ya…!
Şimdi kiminiz, çoluğunu çocuğunu alıp annenizin elini öpmeye gideceksiniz. Sarılıp, koklayacaksınız! Belki karınca kararınca aldığınız bir hediyeyi annenize armağan edecek, annenizin kokusunu içine çekeceksiniz. Ya da anne iseniz çocuklarınızı sevgiyle şefkatle sarmalayıp, seveceksiniz.
Ya ben?
Bir demet çiçek alıp da ‘’bu benim annemin mezarı’’ diyebileceğim bir mezar bile yok!
Essin o deli rüzgârlar!
Alıp savursun beni, zamansız bir zamanın içine…
Olmayacak bir hayalin peşine!
Belki annemi bulurum ha, ne dersiniz?’’

Ay Şen


8 Nisan 2016 Cuma

Pembe Gözlüklerle Hayata Bakmak!



http://blog.milliyet.com.tr/pembe-gozluklerle-hayata-bakmak-/Blog/?BlogNo=527909




Son günlerde bir baş dönmesi peydahlandı. Ne siz sorun, ne ben anlatayım misali. Rüzgârgülü gibi pır pır dönüyor başım! Sağa baksam fırıldak, sola baksam…! Şimdi okurken bu satırları, içinizden kıs kıs güldüğünüzü hissediyor gibiyim. Fesatlanmanın gereği yok yani. Biz unu eleyip, eleği duvara asalı hayli zaman oldu.
Tansiyon ilaçlarımı desen, zamanında, aksatmadan alıyorum.  Diyet desen halen devam.  Akdeniz diyetini yaşam tarzım haline getirdim. Eee şimdi bu baş dönmesi de nereden çıktı?
Psikolojik desem o da değil! Gerçi hepimizin psikolojisi son zamanlarda terelelli! Sokaktaki insanların da psikolojik yönden benden, hiçbir farkı yok ki!
Doğru soluğu aldım göz doktorunda. Uzun zamandır, miyop astigmat gözlüklerimi kullanmıyormuşum. Eh göz bozukluğu, baş dönmesinin ilk emarelerinden biriymiş! Doktorum öyle dedi.
Yeni bir gözlük edinmem şart oldu.
Gözlükçüde belki 40 tane çerçeve denedim. Sonunda Eflatun bir çerçevede karar kıldım. Gözlükçüm Ebru ‘’ Bak abla, bu gözlük sana çok yakıştı’’ dedi. ‘’İyi de camları da pembe olsun, numaralı da olsa pembe pembe, pespembe afili olsun’’ dedim.
Ayyy Dünya varmış!
Dünya’ya pembe gözlüklerle bakmak harikaymış!
Gökyüzü pembemsi, çiçekler desen keza… Sosyal medya bile renk değiştirdi bakışlarımda! Facebook oldu mosmor! Twitter’ın mavi kuşu da morumsu! Televizyon desen mis. Haberler pembe… Bakış açıları pespembe!
Türkiye’de 200 bin çocuk evliliği varmış! Pedofilinin bir başka çeşidi!
Çocuklara yönelik şiddet ve cinsel istismar olayları son zamanlarda hayli artmış!
İstismara uğradığını açıklayan, saklamayan ‘’cinsel istismar mağduru çocukların en kuvvetli ceza ile cezalandırılması şartmışmış!’’
Ensest ilişki sayısı ne yazık ki çok fazla ve tabu olması nedeniyle, toplumda hep saklanmış hatta göz ardı edilmişmiş!
Pedofili ve çocuk pornocuları din ardına saklanmışmış! Dini değerleri kendilerine kalkan edinip, çocukları istismar etmekte beis görmemiş bu pedofilller!
Ülkemizdeki 18 milyon çocuk niteliğindeki bireylerden, 1 milyonu halen ağır işlerde ve hatta büyük bir çoğunluğu sigortasız çalıştırılıyorlarmış!
Uyuşturucu batağına saplanan ya da yönlendirilen çocukların ise sayısı hayli fazla imiş!
Çocuk ıslahevlerinde halen 97 bin çocuk mahkûm varmış!
Çocuk ıslahevlerinin, rehabilitasyon merkezlerine dönüştürülüp de suçlu kapsamında olan çocukların, topluma kazandırılması konusunda belirgin bir çalışma yapılmamaktaymış!
(Yukarıda yazdığım veriler, TÜİK verilerinden alınmıştır.)
Aile ve Sosyal İşler Bakanlığının psikolog veya pedagoga ihtiyacı yokmuşmuş!
197 ülke tarafından benimsenmiş insan hakları belgesi olan Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi 14 Ekim 1990 tarihinde imzalanarak, 27 Ocak 1995 tarihinde de resmi gazete de yayınlanarak ülkemizde de yürürlüğe girmiş!
‘’Çocuk Hakları Sözleşmesi… (ÇHS'nin) dört temel ilkesi;
·         Ayrım gözetmeme (Madde 2)
·         Çocuğun yüksek yararı (Madde 3)
·         Yaşama ve gelişme hakkı (Madde 6)
·         Katılım hakkı (Madde 12)’’
Bu maddelerden hangilerinin halen tam anlamı ile uygulanıp uygulanmadığı belirsizmiş!
Herhangi bir çocuk şiddete ya da cinsel istismara maruz kalır ya da öldürülürse!
‘’Bir kereden bir şey olmazmış!’’
Pembe gözlük takınca da bunların hiç biri görünmezmiş!
Bakmamak mı iyi, bakıp da görmemek mi?
Görüp de algılamamayı yeğlemek mi?
Yorum sizin!
Benden bu kadar!
Gözlükler eflatun, camları pembe amma yüreğim kan kırmızı!

Ay Şen


29 Şubat 2016 Pazartesi

29 Şubat 2020'ye



http://blog.milliyet.com.tr/29-subat-2020-ye/Blog/?BlogNo=524042

Özelsin…
Benim için, herkes için çok özelsin…
Bir daha dört yıl sonra geleceksin.
‘’Geleceğin varsa göreceğin de var!’’ derler ya! Hani öyle…
Belki bazılarımızı görme şansına eremeyeceksin, bazılarımız da senin geldiğini.
Vakti zamanında bilemedik ‘’ zamanın’’ kıymetini!
Bilemedik, gelip geçen mevsimlerin, yılların geri gelemeyeceğini.
Su gibiydi zaman, akıp geçiverdi benliğimizden, ömrümüzden.
Gençlik vardı serde!
Esense kavak yelleriydi gönüllerde.
Dizeler dizildi dizi dizi kaleme.
Ya şimdi?
Kim bilir ki nerelerde!
Belki bir ateşin alazlarından, duman duman süzülüp erişmişler gökyüzüne,
Belki kuru bir yaprak misali, ram olmuş rüzgârın hiddetine
Her şey ama her şey yitip gitti, ‘’O’’ kısır döngünün acımasız dişlerinde!
Belki hükümsüzdür hayaller.
Belki gölgelerin arasından sıyrılıp, ansızın çıka gelirler.
Belki umutla, mutluluk derdest…
Belki yeşerir ümit çiçekleri, en beklenmedik anda.
Belki kan, gözyaşı, savaş terk eyler yerini barışa, güzelliklere…
Belki hülyadır, kardelenin kavuşması Güneş’e

Tek gerçekse!
Dünya tersine bile dönse! Mutluluğun masum çocuk gülüşlerinde saklı olduğu…

Belki 2020’de siz bu satırları okurken yeniden, bense sonsuzluk yolculuğunda yol alıyor alacağım usul usul…

Ey Özgürlük…
Ben varsam, varsın…
Ben istediğim sürece yaşarsın…
Ben izin verdiğimce yol alırsın alabildiğine!
Ya da yayan kalırsın!
İstersem çağlar…
İstersem çığlık çığlığasın!
Çığlığını duyan olursa ne ala!
Baka kalırsın Arş-ı Ala’ya



Ay Şen


24 Şubat 2016 Çarşamba

Salih Dursun ve kırmızı kart!






http://blog.milliyet.com.tr/salih-dursun-ve-kirmizi-kart-/Blog/?BlogNo=523475



Galatasaray’ın Kayserispordan transfer ettiği ve Trabzon spor’a kiraladığı, 1991 Sakarya doğumlu Salih Dursun, günlerdir manşetlerde! Sadece bizim manşetlerde olsa iyi. Dünya gündemine de ‘’skandal haber’’ olarak yerleşti.

‘’Skandal mı, değil mi? ‘’

Konuya tek taraflı değil, objektif bir gözle bakılmalı ve öyle irdelenmeli.

Futbolcu kolay yetişmiyor ve her bir erkek çocuğu da futbol oynayabilecek yeteneğe sahip olmuyor. Spor kulüplerinin alt yapılarında, ailelerin de teşviki ile birçoğu futbola başlamış olsalar dahi; minik, yıldız, genç takımlar derken, pek azı elene elene eleğin üstünde kalıyor. Bu arada ailelerin olağanüstü çabaları, ettikleri masraflar da cabası.

Anadolu kulüplerinin de maddi güçleri ortada iken, alt yapıdaki birçok deplasman maçlarına, turnuvalara da ailelerin de katkısı ile gidiliyor.

Bir de bu yolda ilerlemeyi akıllarına koyan gençlerin, gösterdikleri olağanüstü çaba da göz ardı edilmemeli. Bizler sabahın en erken saatlerinde, uykumuz ile vedalaşmakta zorlanırken, ‘’onlar’’ yaz, kış, yağmur çamur demeden antrenmanlara gitmek için yollara düşüyor. Yeri geliyor Güneş’in kızgın sıcaklığının, yeri geliyor lâpa lâpa yağan karın ya da sağanak yağmurun altında top koşturuyorlar.

Elbette futbolda ya da sporun herhangi bir dalında öncelikle disiplin gerekli amma işte görüldüğü gibi zaman zaman da kişiler ‘öfke kontrolü’’ dışına çıkabiliyorlar. Salih Dursun’da görüldüğü gibi!

Üstelik ‘’ 7 kişiye karşı 12 kişi ile oynamak çok adaletsizdi. Rakibin 11 kişi kalması için kırmızı kartı hakeme gösterdim!’’ diye kurulan bir cümle, etkiye tepki ya da öz savunma değil midir?

Ast olan, yapılan davranışın nedenlerinin araştırılması ve bu tür olaylara sebebiyet verilmemesi değil midir?

Galatasaray, Trabzon spor arasındaki maçın, verdiği kararlar doğrultusunda çığırından çıkmasına neden olan hakem Deniz Ateş Bitnel’in ceza almasının söz konusu olmadığı, sadece bu tür hatalı kararlar alan hakemlerin ‘’Bir süre dinlendirileceği’’ hususu bizzat MHK( Merkez Hakem Kurulu) başkanı Kuddusi Müftüoğlu tarafından açıklandı.

Hatta ve hatta ‘’FİFA kokartı takan yeni hakemlerin, ilk etapta bu ağırlığı taşıyamayıp, bocalama geçirip, hatalı kararlara imza attıklarını da’’ itiraf etti.

Salih Dursun’un hakeme ‘’Kırmızı kart’’ göstermiş olması Trabzon’da her ne kadar destek görmüş olsa dahi, ne ceza alacağı belli değil! Örneğin ilk cezası lisansının olduğu Galatasaray tarafından kesildi bile! Galatasaray’a dönüş kapıları hem yönetim hem de teknik heyet tarafından kapatıldı. Şimdi sıra Türkiye Futbol Federasyonu’nun alacağı kararda!

Genç ve istikbal vaat eden bir futbolcunun, geleceğinin karartılmaması ve de futbol hayatının nihayete erdirilmemesi yönünde karar alınması tabii ki önemli… Üstelik söz konusu hakeme herhangi bir ceza uygulamasının yapılmayacağı düşünülürse!

Ayrıca!

MHK tarafından bundan sonraki derbi maçlarına atanacak olan hakemler de sorgulanacağı gibi, yine hakem hataları olursa ve bu hatalardan dolayı oynayan takımlardan biri ya da diğeri mağdur olur ise, ne olacak?

Kırmızı karttansa sarı kart daha mı iyi?

Ne dersiniz?

Ayşen Arslangiray
23.2.2016


11 Ocak 2016 Pazartesi

Bir kadın... Bir erkek...




Ve aşk…
Ve hüzün
Ve hüsran…
Ve ayrılık…
Ve…
Gerçekler…
Bir kadın… Saatler sabırla halvet olmuş. Heyecan sığmaz içine, taşar taşar deli çağlayanlar misali. ‘’Dile kolay, tam 21 ay oldu.’’ Diye söylenir kendi kendine. 
‘’Gözlerinin derinliklerinde kaybolduğum, aşk ateşinin içine düştüğüm ‘’ O’’ günün üstünden geçen 21 ay. Ümitlerim, beklentimin en büyük yardımcısıydı bunca zaman.  Aylar ayları kovaladı. Mevsimler desen gönlümdeki gibi hep papatya zamanı. Ve… Şimdi yeniden…’’
‘’Su akar da yolunu bulur muydu?’’
Bir erkek…
Ihlamur ağacının gölgesi düşmüştü, yer yer yıpranmış brandanın üstüne. Kasım’a inat çıkan Güneş huzmeler halinde düşüyordu, tahta masanın üstündeki örtüye. Yavaşça ilişti masanın kıyısındaki sandalyeye. Kadının gözlerinden süzülen yaşları sildi parmak uçlarıyla nazikçe. ‘’Ağlama’’ dedi. Elleri titriyordu. ‘’Bir kahve içimi kadar zamanım var! Gitmem lazım!’’ Kadının dudaklarından belli belirsiz dökülen bir iki sözcüğü bile duymadı telaşından.
İçilen kahveler yarım kaldı! Bardaklardaki sular da! Erkek hızlıca kalkıp, apar topar, geldiği gibi gitti. Kadın anlamadı! Büründüğü sessizliğin girdabında kayboldu. Hissettiği derin duygular, özlem, sevgi yerini hüsrana bıraktı.
Hani bir kahvenin kırk yıl hatırı vardı? Ya yarım kalınca?
Aklında bin bir soru. Bin bir acaba!
Ve…
Gerçekler…
Bu hayatta herkes kendi yoluna gider…

&&&

Bir kadın…
Ellerinde, avuçları ile sımsıkı sıktığı yumak halindeki yeşil yün çoraplar. Sıvasız tuğlalardan örülmüş bir göz oda. Odanın duvarları, içerden naylon örtülerle kaplanmış. Ev demeye ispat şahit ister! O göz odanın ortasına kurulmuş derme çatma bir kömür sobası. Sobanın üstündeki güğümden çıkan buharlar, kadının gözyaşları ile karışmış, damla damla dökülüyor esvabına.
‘’Gitme!’’ dedim. ‘’Gitme!’’
‘’Daha bir hafta önce yanımdaydı. Şimdi yok !’’
Gözleri kan çanağı gibi, yaş yerine kan damlıyor sanki. Kocaman bir kor alev, oturmuş taaa ciğerinin ortasına. Boğazında düğüm düğüm düğümlenen hıçkırıklarının arasında, boğuluyor tüm sözcükler!
Şehit olan oğulcuğuna mı yansın?
Kanayan ana yüreğine mi?
Eşsiz kalan geline mi?
Babasız doğacak olan torununa mı?
‘’Şehitlik en kutsal mertebedir.’’ Diye ahkâm kesen bilmezlere mi?
‘’Yokluk, yoksulluk’’ desen! O zaten hep vardı!
Bir erkek…
Metrelerce yükseklikteki karı küreyen iş makinesinin kürediği karların içinde ağır aksak ilerleyen araç, ‘’hiç gitmesin ‘’diye yalvaracaktı neredeyse. Saatlerdir yollarda idi. Belki de yüklendiği görev, bu güne kadar ki görevlerinin içinde, en ağırı, en zoruydu. Uzun bir zaman diliminin sonunda ulaştıkları ev, ev demeye ispat şahit isteyen bir haldeydi. Kapı yerine geçen derme çatma tahtayı tıklattığında!
Yüreği paramparça!
Şapkasını eline aldı ve başını önüne eğdi.
Kelimeler, buzdan kristaller olup, diken diken batıyordu diline.
Ne söyleyebilirdi ki şimdi bu anacığa?
Zaten söz söylemesine gerek kalmadı. Onu kapıda gördükleri an, feryat, figan birbirine karıştı.
Zamanı geri döndürmek, mümkün olabilseydi. Ahhh keşke!
Ve…
Ateş düştüğü yeri yakıyor. Cayır cayır…!!!

&&&

 Bir kadın…
Dondurucu bir soğuk hâkim havaya. Denizin dalgaları sanki birer ağzın boğa misali. Üzerindeki atık ve atıl maddelerle doldurulmuş güya can yeleği görünümünde bir yelek!
Denizin üstüne uzanmış boylu boyunca yüzüstü. Mantar gibi denizin üzerine yayılan cesetleri gören balıkçılar, sahil güvenliği haberdar ediyorlar her ölümde. Her faciada!
Yine mülteciler!
Yine can acıtan dramlar!
Yine umutla yoğrulan ölüm yolculukları!
Yine ölüm tacirleri!
Yine sayısız ölüm!
Mezarlıkta kimsesiz, isimsiz, sadece numaralandırılmış mezarlar. Aslında onlarında kimi kimseleri, aileleri vardı, bir zamanlar!
Bir erkek…
Bu kaçıncıydı kim bilir? Ege kıyılarından topladıkları kadın, erkek, çocuk cenazelerinin, artık sayısını hatırlayamaz olmuştu. Onlarcası hatta yüzlercesini.
Yine de vaz geçmiyorlardı, bunca ölüme karşın!
‘’Umuda yolculuk’’ diye diye belki de son çareleriydi. Yeni bir hayat, yeni umutlar!
Sahile çektikleri cansız bedenin üstündeki can yeleğinin altında bir beden daha hissetti, aniden. İşte Dünya bir değil, birkaç kez daha yıkıldı başına. Bir titreme, bir ürperti aldı tüm vücudunu. Annesinin memesine yapışmış, minicik bir bebek. Öylece teslim etmiş ruhunu.
Gözündeki yaşlar dondu. Bildiği tüm küfürleri sıraladı!
Lanet okudu Dünya’ya!
Lanet okudu insanlığa!
Lanet okudu kadere!
Ve…
Ölüm, nerede, nasıl, ne zaman geleceğini haber vermez. Cinsiyet, yaş, zengin, yoksul ayırt etmez!
Kaçınılmaz son…

&&&


Bir kadın…
Hayat… Hep mücadele, hep yokuş… Her bir adımda engebe. Ya çalı çırpı dolanır ayağına. Ya koca koca taşlar çıkar yoluna. Hele ki kadınsan bu coğrafyada! Dur düşün, bir kere, bir kere daha!
Geçinmek zorundasın. Herkesle. İşinde, evinde… Kıramazsın, sımsıkı bağlayan görünmez zincirlerini.
Hele isyan bayraklarını eline alıp da dalgalandırırsan, aniden bir gün.
‘’Asi!’’ diye nitelendirilmen işten bile değil!
Ölgün sokak lambalarının belli belirsiz ışıklarının arasında, karanlıklardan bir gölge çıktı sessizce. Elinde parlayan bıçağın yansıttığı ışıklar ürkütücüydü. İlk darbeyi sırtından aldı. Sonra… Bir daha, bir daha… Kan gölünün içinde debeleniyordu, çaresizce. Gözünün önünden film kareleri halinde geçti tüm yaşananlar, hayatı, çocukları, son nefesini verirken!
Adı Ayşe, adı Hayat, adı Arzu… Her neyse! Zaten adı yoktu ki! Hiç olmamıştı. Kadındı sadece… Bir kadın…

Bir erkek…
İyice tembihlenmişti.
‘’Sakın konuşurken başını kaldırma! Sorulan sorulara, kısa, net ve yumuşak cevaplar ver!’’
En masum halini takındı sanık sandalyesinde.
Ayağa kalktı… Başını eğdi!
‘’Pişmanım!’’ dedi.
Temiz giyimli, efendi bir görünüm sergiliyordu, eğreti takım elbisenin içinde!
Tasarlayarak çıktığı bu yolda!
Şimdi, timsah gözyaşları dökülüyordu, kravatının üstüne…
‘’Yaz kızım, yaz!’’
Yaz kızım, diğerleri gibi pisipisine kayan bir yıldızın ardından da yaz… Tüm yıldızlar gibi bu yıldız da kocaman kara deliğin karanlığında kaybolup gitmişti. Kalan sağlarsa bizim!
Yaz kızım, yaz… Kim bilir belki bir gün sen de!
‘’Yaz kızım!’’
‘’Ağır tahrikten, saygın tutumdan, cezada indirime gidilmesine!’’
‘’Cezanın 1/3 nün infazına!’’
Yaz kızım, yaz…
Ve…
Kanı yerde kaldı… İz iz…
İnsanlar gelip geçtiler, o sokaktan. O izlerin üstünden. Sanki hiçbir şey olmamışçasına, yaşanmamışçasına!

Ay Şen



‘’


2 Ocak 2016 Cumartesi

Kadınlar ne ister? Aşk mı, seks mi, sevgi mi?


Yazının başlığı ilgi çekti değil mi?

Yani maksat da biraz oydu zaten...

Dikkat çekmek!

Sorunun herkese göre de ayrı bir cevabı var!

Yeni yıla girmemize saatler kala, yemek tarifi yazmaya niyetlendim ve klavyenin başına oturdum. Tam yemeğin malzemelerini listeleyecektim ki!

Bu soğuk yılbaşı gecesinde, karda kışta, aç açıkta kalan mülteciler geldi aklıma! ‘’Ölüm denizi Ege’de’’ ölüme doğru umutsuzca yol alışları… Yakalanışları… Gidenler, gidemeyenler, kaçanlar, kaçamayıp kenarda köşede belki de bir duvar dibine sığınmış, aç biilaç, titrer halleri geldi aklıma…
Yazamadım!

Sonra, Nusaybin’de, Cizre’de, Sur’da evlerini terk etmek zorunda kalan aileler düştü usuma. Ellerinde birkaç parça eşya ve beyaz bayraklar ile göç yollarına düşüşleri. Kalanların, bomba, silah ve ateş çemberi altında korkudan titreyişleri. Mültecilerin haline üzülürken, kendi insanımızın bu girdaba düşüşleri. Şehitlerimizin yeni yılın gelişinden bi haber aileleri. Her gün şehit haberleri… Evlerdeki yas! Babasız, atasız kalan evlatlar. Evlatsız kalan analar!

Çocuklar…. Çocuklar… Ağlayan çocuklar. Aç kalan çocuklar. Biçare çocuklar. Barışa, sevgiye, huzura, eğitime muhtaç kalan çocuklar…

Yazamadım!

Ne yemek tarifini yazmak geldi içimden ne de bu hissettiğim duyguları… Belki çok duygusalım! Bu soğuk gecede insanlık acı bir halde iken, lay lay lom da yapamadım.

Gerçi yazsam da ne fayda?
Buza yazacaktım kesin. Sen, ben okuyacaktık!

İşte böyle…

Durum ahval, bu merkezde!

Haaaaaa… Başlıkta ki sorunun cevabına gelince!

Belki çok kelime ile anlatılabilir amma şöyle noktalamak dileğindeyim.

Kadın, ne aşk ister, ne de seks! Olursa da hayır demez!

Kadın insan olduğunun bilinmesini, gerçek sevgiyi ve değer verildiğini bilmek ister…

Ay Şen