Uçtu uçtu kuş uçtu. Kuş kondu, su uçtu.
İzdot’la yine yollardayız.
İlk durağımız Suuçtu
Şelalesi. Bursa’ya 100 kilometre kadar uzaklıkta olan şelaleye sadece özel
araçlarla ulaşmak mümkün. 11 Temmuz 2011 tarihinde tabiat parkı olarak tescillenmiştir.
Zümrüt gibi devasa ağaçların olduğu ormanlık bir alanda yer alan şelale, 36
metre yükseklikten fay kırıkları ile oluşan kayaların üzerine akıyor.
Su uçar mı? Uçar su da uçar
Şelalenin karşısında kapayın gözlerinizi, su taneciklerinin
uçarak yüzünüze gözünüze damladığını hissedecek ve derin bir huzurun eşliğinde
serinleyip ferahladığınızı fark edeceksiniz.
İçilebilir nitelikte suyu ihtiva eden şelalenin suyu, M. Kemalpaşa
ilçesinin kısmen de olsa içme suyu ihtiyacını karşıladığı için, şelaleden su
alınması yasaklanmış durumda. Her mevsim rengârenk renk cümbüşüne sahip olan bu
saklı cennette, doğa fotoğrafçılığı yapmak ise ayrı bir zevk ki nitekim doğa
fotoğrafçılarının gruplar halinde doğayı kare kare ölümsüzleştirdiklerini
gördük.
Suuçtu şelalesinin muhteşem görüntüsü ve büyüleyici
güzelliğini ardımızda bırakıp, Karaca Bey Longoz ormanına doğru yola çıktık.
Karacabey Longozu
Türkiye’de mevcut olan 3 Longoz ormanından 2.si olan Karacabey
Longoz ormanı, çeşitli bitki ve kuş türlerine ev sahipliği yapmakta imiş.
Geziye başlamadan önce longoz ormanı ile ilgili araştırma yapmıştım. Susurluk
nehrinin denize döküleceği alanda; akarsuyun getirdiği kumlar ile denizin
dalgalarından meydana gelen set nedeni ile sular denize dökülmeyerek Kocaçay
Deltası ile Karacabey Longozunu oluşturmuş.
Mevsimin kışa yaklaşması nedeni ile
deltada yetişmekte olan Karabaş otları ve lavantaları göremedik amma çeşit
çeşit mantarlarla tanıştık.
Longozun içinde envai çeşitte ağaç türü yürüyüş
yolunda bize eşlik etti. Longozun içinde mistik bir hava vardı. Yol boyunca
böğürtlen dallarının kıyafetlerimizi çizmelerine de engel olamadık. Havanın
kararmaya yüz tutması, günün usul usul geceye uzanması nedeniyle de Longoz
içindeki gezimizi kısa tutmak zorunda kaldık.
Avşa Adası
Gezimizin ikinci gününde, Erdek Limanından 2 saat süren bir
yolculukla Avşa Adasına vardık. Marmara Denizinin irili ufaklı adalarının
arasında nadide incilerinden biri olan adaya vardığımızda içimi derin bir hüzün
kapladı. Hani bağlar kızıla çalar, bağbozumuna başlar insanlar. Yere serdikleri
peşkirlerin üzerine de kurusun diye üzümleri sererler ya. Issız sokaklar,
kapanmış dükkânlar, sokaklarda başıboş gezen karabaş canlar ve tek tük
insanlar. ‘’Yaz mevsimi geçti, biz bize kaldık’’ diyen insanlar.
Aslında sahil
bandında yaşam süren birçok yerin genel kaderi bu. Sanki yeni bir mevsime kadar
nadasa çekiliyor her bir kıyı şeridi ve kıyı şeridinde yaşam.
Türkiye’nin en büyük açık hava diskosuna ve çeşitli eğlence mekânlarına
sahip olan Avşa Adası, İstanbul’un yoğun yaşam şartlarından kaçanların, tatil
kaçamağı yaptıkları bir yermiş. Adadaki bağlarda yetişen üzümlerden üretilen ‘’şarapları
tatmadan gitmeyin ‘’ dedi ada sakinleri.
Yaz turizminin en yoğun yaşandığı, sakin koyları ve tertemiz
denizi ile tercih sebebi olan turizm cenneti Avşa adasına, gün batımının en
güzel gözlemlendiği saatlerde, sıcak mevsimlerde hareketli, canlı yaşandığı ve
de yaşatıldığı dönemlerde tekrar gelebilmeyi dileyerek veda ettik.
Erdek
Balıkesir’in Marmara Denizi’ne uzanan Kapıdağ Yarımadasında
yer alan, kumsalları altın renginde kumlarla kaplı, denizi pırıl pırıl masmavi
şirin bir ilçe Erdek. Yazın en sıcak döneminde dahi bunaltmayan, kışın da ılık
bir iklime sahip olan Erdek, 5 bin yıllık bir tarihe sahip bir yerleşim
bölgesi.
Eski adı Artake olan Erdek’ten, Kapıdağ yarımadasının doğu kısmında
bulunan kıyı köylerine doğru yol aldık doğanın muhteşem görüntülerinin
eşliğinde. Denizin, ormanlarla bütünleştiği, mavinin yeşille seviştiği, sakin
koylarla bezeli kıyı köylerine gittik birer birer. Tüm bu güzelliklerin
arasında doğanın insanlar tarafından nasıl tahrip edildiğini, günü birlik veya
mevsimlik tatile gelenlerin bıraktıkları plastik kalıntılarının sahil bandını,
koyları nasıl kirlettiğini, kalıntılarının nasıl çirkin bir görüntü arz ettiğini
üzülerek gözlemledik.
Korkarım ki ‘’Bir günün beyliği beyliktir! Benden sonrası
Tufan!’’ zihniyetindeki insanların sayesinde, yakın bir tarihte bir nebze
dinlenip, sakinleşecek deniz ve kumsal bulamayacağız! Dillerde pelesenk olmuş
bir cümle var ya hani bir türlü hayata geçiremediğimiz!
‘’Eğitim Şart’’
Kapıdağ Yarımadası, antik çağlardan beri yerleşim bölgesi
olan bir ada iken zamanla ‘’tombolo’’ denilen oluşum ile yarım adaya
dönüşmüş. Erdek’ten çıkıp tombolonun
içinden geçerken ‘’Aman Tanrım o da ne?’’ Denizin kıyısında koskocaman bir Kimyasal gübre fabrikası! Fabrikayı konduracak yer bulamamışlar, denizin kenarına
kondurmuşlar. Doğayı katletmekte üstümüze yok. Hes, mes, pes derken!
Tatlısu köyüne geldik. Çok güzel, şirin bir balıkçı köyü.
29
Ekim sabahı… Cumhuriyetimizin 95. Kuruluş Yıldönümü. Köydeki Atatürk büstünün
önünde saygı duruşu ve tören yaptıktan sonra gruptaki arkadaşlarımızın bir
kısmını dağlarda yürüyüşe uğurladık. Kahvaltı faslından sonra Karşıyaka köyüne
gittik.
Karşıyaka köyü, o bölgenin en büyük balıkçı köyü imiş.
‘’Takalar geçiyor
allı yeşilli, takalar geçiyor dümenleri Lazlı, takalar geçiyor en nazlı,
yelkenlilerden de güzel…’’
Köydeki evlerin hemen hemen hepsinin duvarlarında ‘’Hala ben
gidiyorum, beni unutma! Anneanne yine gelirim belki!’’ türünde cümleler yazılı
idi. Mübadele döneminde bu bölgelere yerleştirilmiş Selanik Muhacirlerine; bu
yazıları sorduk. Son on yıldır, köyde askere giden gençler yazıyorlarmış bu
yazıları. Büyükleri de yazıları
silmeyerek hatıra diye bırakıyorlarmış yazıldıkları yerde. Köyün kadınları, bu
yıl zeytinlerin ‘’Yok zamanı’’ olduğunu, zeytin olmayınca da örgü örerek zaman
geçirdiklerini anlattılar. Her biri birbirinden sıcak, cana yakın ve sevecendi.
Yürüyüş grubu ile buluşacağımız Ballıpınar’a geldik. Bu
köyde bu yıl zeytin hasadı iyi imiş. Tüm evlerin önünde, ev halkı harıl harıl çalışmakta, zeytin ayırmaktalardı. Yazın sel bastığından fasulye rekoltesi çok
düşmüş. Dağlardan gelen sel suları, tüm köyün sokaklarını, tarlaları kaplamış. Bu
köy de eski bir Rum köyü imiş Kurtuluş
Savaşı öncesi. Hatta köyün dağında Kirazlı Manastırı adında, bir manastır
mevcut. Antik kutsal bir dini yapı olan manastırın 365 odası olduğunu ama
zamanla sadece iki duvarının ayakta kaldığını, buna rağmen yılda bir kez dahi
olsa istanbul’dan ayin yapmak üzere Rumların buraya geldiğini, anlattı köyün
sakinleri.
Neden Ballıpınar? Dedim. ‘’Suyumuz bal gibi temiz ve tatlı,
arıcılık da yapıyoruz o nedenle Kocaburgaz olan adımız Ballıpınar oldu’’
dediler. Köyün esas geçim kaynağı kırmızı soğan üretimi imiş. Soğanlar
yetiştiği zamanlarda tırlarla çekerler ürünü buradan tüccarlar’’ diye
anlattılar köyün sakinleri. Şirin, sakin bir kıyı köyü idi Ballıpınar. Küçücük
bir marketi vardı. Fırın olmadığından da her gün sabah Tatlısu’dan gelirmiş
ekmekler. Ya da köy kadınları evde fırınlarda yaparlarmış ekmeklerini. ‘’Kış
sert geçer burada, kuzey rüzgârları bıçak gibi keser’’ dediler.
Yürüyüş grubumuz dağları fethedip döndüler, köy sakinlerine
veda edip yola çıktık. ‘’İzmir’in Dağlarında Çiçekler Açar’’ diye diye.
Bir daha ki gezi notlarında buluşmak dileğimle…
Sevgiler…
Ayşen Arslangiray
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder