31 Ekim 2018 Çarşamba

Geziyorum… Suuçtu Şelalesi, Karacabey Longoz ormanı, Erdek, Avşa Adası,Kapıdağ Yarımadası














Uçtu uçtu kuş uçtu. Kuş kondu, su uçtu.

İzdot’la yine yollardayız.

 İlk durağımız Suuçtu Şelalesi. Bursa’ya 100 kilometre kadar uzaklıkta olan şelaleye sadece özel araçlarla ulaşmak mümkün. 11 Temmuz 2011 tarihinde tabiat parkı olarak tescillenmiştir. Zümrüt gibi devasa ağaçların olduğu ormanlık bir alanda yer alan şelale, 36 metre yükseklikten fay kırıkları ile oluşan kayaların üzerine akıyor.

Su uçar mı? Uçar su da uçar
Şelalenin karşısında kapayın gözlerinizi, su taneciklerinin uçarak yüzünüze gözünüze damladığını hissedecek ve derin bir huzurun eşliğinde serinleyip ferahladığınızı fark edeceksiniz.
İçilebilir nitelikte suyu ihtiva eden şelalenin suyu, M. Kemalpaşa ilçesinin kısmen de olsa içme suyu ihtiyacını karşıladığı için, şelaleden su alınması yasaklanmış durumda. Her mevsim rengârenk renk cümbüşüne sahip olan bu saklı cennette, doğa fotoğrafçılığı yapmak ise ayrı bir zevk ki nitekim doğa fotoğrafçılarının gruplar halinde doğayı kare kare ölümsüzleştirdiklerini gördük.

Suuçtu şelalesinin muhteşem görüntüsü ve büyüleyici güzelliğini ardımızda bırakıp, Karaca Bey Longoz ormanına doğru yola çıktık.

Karacabey Longozu

Türkiye’de mevcut olan 3 Longoz ormanından 2.si olan Karacabey Longoz ormanı, çeşitli bitki ve kuş türlerine ev sahipliği yapmakta imiş. Geziye başlamadan önce longoz ormanı ile ilgili araştırma yapmıştım. Susurluk nehrinin denize döküleceği alanda; akarsuyun getirdiği kumlar ile denizin dalgalarından meydana gelen set nedeni ile sular denize dökülmeyerek Kocaçay Deltası ile Karacabey Longozunu oluşturmuş. 

Mevsimin kışa yaklaşması nedeni ile deltada yetişmekte olan Karabaş otları ve lavantaları göremedik amma çeşit çeşit mantarlarla tanıştık. 

Longozun içinde envai çeşitte ağaç türü yürüyüş yolunda bize eşlik etti. Longozun içinde mistik bir hava vardı. Yol boyunca böğürtlen dallarının kıyafetlerimizi çizmelerine de engel olamadık. Havanın kararmaya yüz tutması, günün usul usul geceye uzanması nedeniyle de Longoz içindeki gezimizi kısa tutmak zorunda kaldık.


Avşa Adası
Gezimizin ikinci gününde, Erdek Limanından 2 saat süren bir yolculukla Avşa Adasına vardık. Marmara Denizinin irili ufaklı adalarının arasında nadide incilerinden biri olan adaya vardığımızda içimi derin bir hüzün kapladı. Hani bağlar kızıla çalar, bağbozumuna başlar insanlar. Yere serdikleri peşkirlerin üzerine de kurusun diye üzümleri sererler ya. Issız sokaklar, kapanmış dükkânlar, sokaklarda başıboş gezen karabaş canlar ve tek tük insanlar. ‘’Yaz mevsimi geçti, biz bize kaldık’’ diyen insanlar. 

Aslında sahil bandında yaşam süren birçok yerin genel kaderi bu. Sanki yeni bir mevsime kadar nadasa çekiliyor her bir kıyı şeridi ve kıyı şeridinde yaşam.


Türkiye’nin en büyük açık hava diskosuna ve çeşitli eğlence mekânlarına sahip olan Avşa Adası, İstanbul’un yoğun yaşam şartlarından kaçanların, tatil kaçamağı yaptıkları bir yermiş. Adadaki bağlarda yetişen üzümlerden üretilen ‘’şarapları tatmadan gitmeyin ‘’ dedi ada sakinleri.


Yaz turizminin en yoğun yaşandığı, sakin koyları ve tertemiz denizi ile tercih sebebi olan turizm cenneti Avşa adasına, gün batımının en güzel gözlemlendiği saatlerde, sıcak mevsimlerde hareketli, canlı yaşandığı ve de yaşatıldığı dönemlerde tekrar gelebilmeyi dileyerek veda ettik.

Erdek

Balıkesir’in Marmara Denizi’ne uzanan Kapıdağ Yarımadasında yer alan, kumsalları altın renginde kumlarla kaplı, denizi pırıl pırıl masmavi şirin bir ilçe Erdek. Yazın en sıcak döneminde dahi bunaltmayan, kışın da ılık bir iklime sahip olan Erdek, 5 bin yıllık bir tarihe sahip bir yerleşim bölgesi.

 Eski adı Artake olan Erdek’ten, Kapıdağ yarımadasının doğu kısmında bulunan kıyı köylerine doğru yol aldık doğanın muhteşem görüntülerinin eşliğinde. Denizin, ormanlarla bütünleştiği, mavinin yeşille seviştiği, sakin koylarla bezeli kıyı köylerine gittik birer birer. Tüm bu güzelliklerin arasında doğanın insanlar tarafından nasıl tahrip edildiğini, günü birlik veya mevsimlik tatile gelenlerin bıraktıkları plastik kalıntılarının sahil bandını, koyları nasıl kirlettiğini, kalıntılarının nasıl çirkin bir görüntü arz ettiğini üzülerek gözlemledik.
Korkarım ki ‘’Bir günün beyliği beyliktir! Benden sonrası Tufan!’’ zihniyetindeki insanların sayesinde, yakın bir tarihte bir nebze dinlenip, sakinleşecek deniz ve kumsal bulamayacağız! Dillerde pelesenk olmuş bir cümle var ya hani bir türlü hayata geçiremediğimiz!
‘’Eğitim Şart’’
Kapıdağ Yarımadası, antik çağlardan beri yerleşim bölgesi olan bir ada iken zamanla ‘’tombolo’’ denilen oluşum ile yarım adaya dönüşmüş.  Erdek’ten çıkıp tombolonun içinden geçerken ‘’Aman Tanrım o da ne?’’ Denizin kıyısında koskocaman bir Kimyasal gübre fabrikası! Fabrikayı konduracak yer bulamamışlar, denizin kenarına kondurmuşlar. Doğayı katletmekte üstümüze yok. Hes, mes, pes derken!

Tatlısu köyüne geldik. Çok güzel, şirin bir balıkçı köyü. 

29 Ekim sabahı… Cumhuriyetimizin 95. Kuruluş Yıldönümü. Köydeki Atatürk büstünün önünde saygı duruşu ve tören yaptıktan sonra gruptaki arkadaşlarımızın bir kısmını dağlarda yürüyüşe uğurladık. Kahvaltı faslından sonra Karşıyaka köyüne gittik.


Karşıyaka köyü, o bölgenin en büyük balıkçı köyü imiş.
 ‘’Takalar geçiyor allı yeşilli, takalar geçiyor dümenleri Lazlı, takalar geçiyor en nazlı, yelkenlilerden de güzel…’’


Köydeki evlerin hemen hemen hepsinin duvarlarında ‘’Hala ben gidiyorum, beni unutma! Anneanne yine gelirim belki!’’ türünde cümleler yazılı idi. Mübadele döneminde bu bölgelere yerleştirilmiş Selanik Muhacirlerine; bu yazıları sorduk. Son on yıldır, köyde askere giden gençler yazıyorlarmış bu yazıları.  Büyükleri de yazıları silmeyerek hatıra diye bırakıyorlarmış yazıldıkları yerde. Köyün kadınları, bu yıl zeytinlerin ‘’Yok zamanı’’ olduğunu, zeytin olmayınca da örgü örerek zaman geçirdiklerini anlattılar. Her biri birbirinden sıcak, cana yakın ve sevecendi.


Yürüyüş grubu ile buluşacağımız Ballıpınar’a geldik. Bu köyde bu yıl zeytin hasadı iyi imiş. Tüm evlerin önünde, ev halkı harıl harıl  çalışmakta, zeytin ayırmaktalardı.  Yazın sel bastığından fasulye rekoltesi çok düşmüş. Dağlardan gelen sel suları, tüm köyün sokaklarını, tarlaları kaplamış. Bu köy de eski bir Rum  köyü imiş Kurtuluş Savaşı öncesi. Hatta köyün dağında Kirazlı Manastırı adında, bir manastır mevcut. Antik kutsal bir dini yapı olan manastırın 365 odası olduğunu ama zamanla sadece iki duvarının ayakta kaldığını, buna rağmen yılda bir kez dahi olsa istanbul’dan ayin yapmak üzere Rumların buraya geldiğini, anlattı köyün sakinleri.


Neden Ballıpınar? Dedim. ‘’Suyumuz bal gibi temiz ve tatlı, arıcılık da yapıyoruz o nedenle Kocaburgaz olan adımız Ballıpınar oldu’’ dediler. Köyün esas geçim kaynağı kırmızı soğan üretimi imiş. Soğanlar yetiştiği zamanlarda tırlarla çekerler ürünü buradan tüccarlar’’ diye anlattılar köyün sakinleri. Şirin, sakin bir kıyı köyü idi Ballıpınar. Küçücük bir marketi vardı. Fırın olmadığından da her gün sabah Tatlısu’dan gelirmiş ekmekler. Ya da köy kadınları evde fırınlarda yaparlarmış ekmeklerini. ‘’Kış sert geçer burada, kuzey rüzgârları bıçak gibi keser’’ dediler.

Yürüyüş grubumuz dağları fethedip döndüler, köy sakinlerine veda edip yola çıktık. ‘’İzmir’in Dağlarında Çiçekler Açar’’ diye diye.

Bir daha  ki gezi notlarında buluşmak dileğimle…

Sevgiler…

Ayşen Arslangiray

31 Ekim 2018

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder