12 Ağustos 2011 Cuma

''Bir garip yolcuyum hayat yolunda''



‘’Bir garip yolcuyum hayat yolunda!’’
‘’Rengârenk kategorisi yazarından’’
Yazarın başlama notu: Gerçek bir yaşam hikâyesinden, acılı bir kadının anlattıklarından kurgulanmış bir öyküdür. Adı bende saklı…….teyzeye ve tüm isimsiz kadınlara ithafımdır.
Kadın olmak var ya!
Ortalık bir anda sessizleşir. Herkesin aynı anda sustuğu bir andır.
-Ne oldu? Der biri.
-Yine bir yerlerde, bir kız doğdu. Diye cevap verir içlerinden birisi.
-Niye? Diye sorar bir diğeri.
-Bir kız doğduğunda, dağ-taş ağlar. Diye cevap verir bir başkası.
-Niye ağlar? Diye sorar yine bir diğeri.
-Neden olacak, kadın kısmı çile çekmek için dünyaya gelir de ondan! Der yine içlerin biri.
-Ondandır, dağ-taş inler, ağlar, ağıt yakar, ortalık sessizleşir!
‘’İşte bu sözlerdir, yavrularım, benim hayat hikâyemi yansıtan. Büyük ihtimal dağlar, taşlar ağlamıştır ben doğduğumda, diğer kızlar doğduğunda da ağladıkları gibi. Hem de için için kan ağlamışlardır kesin. Ben de talih nerede? Hiç tanışmadım ki! ‘’
Bu sözlerle, anlatmaya başlayan kadın; uzunca bir zamandır, bembeyaz tülbendinin altından ak saçlarının asaleti yansıyan ve yere doğru eğdiği başını kaldırdı. Gözlerinde hüznün derin izleri okunuyordu. Belli ki, nurlu yüzündeki geçmiş yılların izleri, acı ile oluşmuştu. Sesi titriyordu konuşmaya başladığında. Herkes nefesini tuttu ve pür dikkat dinlemeye başladı.
‘’Bilseniz, neler yaşadığımı! Anlatsam, anlatabilsem her yaşadığımı, ciltler dolusu roman olur.
12 yaşında, babam ilkokulu bitirince tarlaya tabana saldı beni abimle birlikte. Hayvanları otlağa götürmekte cabası. Meğer taa o zamanlar yazılmış acı kaderim. Ne ben bilebildim ne de ailem.
Yan evde, kapı komşumuzdu Mehmet abi. Arada sırada abimle tarlada çalışırken yanımıza gelir, yanımızda oturur, abimle sohbet ederlerdi. Dereden tepeden konuşurlar, kâh gülerler kâh didişirlerdi. Bense daha çocukluktan, ergenliğe geçme aşamasında; dağlardaki özgür açan kır çiçeklerini toplar, saçlarıma taç yapardım. Koşardım koyunların ardından eteklerim uçuşa uçuşa.
Günlerden bir gün, köy meydanında bir kalabalık, davul zurna çalmakta. Bir gümbürtü, sormayın gitsin, gırla. Meğer Mehmet abi askere uğurlanmakta imiş. Herkesle vedalaştı. Yanıma geldiğinde, usulca bir veda öpücüğü kondurdu yanağıma, kör olasıca. Sandım ki masumca.
Günler ayları, aylar yılları kovaladı. Hani o asker uğurlaması var ya! Üzerinden tam koskoca üç yıl geçti. Ben artık 15 yaşında bir genç kız. Hala çocuk ruhumla dağlarda koşmakta.
Mehmet abi askerden döndü. Köy halkı’’ aman sağ salim döndü’’ diyerekten pek bi sevindiler.
Bir gün, biz yine abimle birlikte tarlada çalışırken; doru atın üzerine kurum kurum kurulmuş, sırtında mavzeri ile yanımıza geldi. Abimi yanına çağırdı sert bir ses tonuyla. Abim yanına gittiğinde tartıştılar, bağırıştılar ve itişmeye başladılar. Abim atın ayaklarının altına düştü. Hemen yanına koşmaya başladım ki, ne olduğunu anlayamadan kendimi atın üzerinde buldum. Kolumdan tuttuğu gibi atının üzerine çekivermişti. Yumruklar attım, atı tekmeledim, çığlıklar atarken ağzımı kapattı koca elleriyle. Dörtnala sürdü atı. Gittik uzun süre, nereye gittiğimizi bilmeden. Dağların ortasında, orman içinde bir eve geldik. Yolu belli değil, izi belli değil. Beni hışımla içeri ittirdi.’’ Ya benimsin ya toprağın.’’ Dedi, kapıyı üzerime kilitleyip gitti. Daha doğrusu gittiğini atın nal seslerinden anladım. Evin pencereleri koca kerestelerle kapatılmıştı. Ölsem, kimseler ölümü bile bulamayacaktı. Ağladım, ağladım. Ne çare ne sesimi duyan vardı ne de yerimi bilen. Kaç saat kaldım o evde, ya da kaç gün bilmiyorum. Bir somun ekmekle, bir ibrik su vardı masanın üzerinde, hepsi bu. Yorulmuştum artık ağlamaktan. Yavaşça oturduğum sedirin üzerinden kalkıp, tahtaların arasından süzülen hafif ışığın yardımı ile çevremi kolaçan etmeye başladım. Ekmekten bir lokma kopardım. İçim kazınmıştı ağlamaktan sanırım. Bir yudum suyun yardımı ile lokmayı yutmaya çalıştım. Işık usul usul yerini karanlığa bırakmaya başladı. Akşam oluyordu. Dizlerimi karnıma çekip oturdum. Saatler boyu bu şekilde oturdum ve otururken uyuyakalmışım. Aklım zaman kavramını yitirmeye başlamıştı yavaş yavaş. Dün gibi dün! Hepsi gözümün önünden sırayla geçiyorlar, anılar ah kötü anılar. Hiç unutmadım, unutamadım ki!
Gün ışımağa başlarken geldi bir sabah eşkıya. Kolumdan sürüklediği gibi yine atın terkisine attı. Ne isyanımı dinledi ne de atmaya çalıştığım çığlıklarımı. Sus! Dedi yalnızca sus. O günden beridir ki susuyorum hep yavrularım. Susuyorum derken susadığımı anladım. Bir yudumcuk su verin bana da, boğazım kurudu zira.’’
Elleri titriyordu bardağı tutmaya çalışırken. Yudum yudum içti suyu dinlene dinlene.
Gözlerinden akan bir damla yaşı elinin tersi ile sildi yavaşça, belli ki yüreğine akmaktaydı gerisi. Anlatmaya devam etti.
‘’Meğer köylü, jandarma beni ararmış her yerlerde. Bulmak ne mümkün nafile! Doludizgin sürdü atını hiç durmadan. Vardık ilçeye, Hükümet konağına. Baktım ki babam orada, kösülmüş bir vaziyette, bir köşede boynu bükük, başı öne eğik. Tehditle getirmiş babacığımı da oraya.-Ya kızı verirsiniz! Ya da kökünü kazırım sülalenizin! Öldürür hepinizi koyarım toprağa- demiş.
Yaşım küçük olduğundan mıdır? Kızların söz hakkı olmadığından mıdır? Nedendir bilmem? Kimseler sormadı! Bu adamla evlenmeyi ister misin? Diye.
Nikâh işlemleri tamamlandı. Babam imza attı deftere benim yerime ve ben 15 yaşında, Mehmet abiyle evli bir kadın olarak döndüm köye yine o doru atın sırtında.
Derme çatma, beli dar, kolları uzun, belli ki emanet bir gelinlik giydirdiler üzerime. Yine davul zurna kuruldu köy meydanına. Düğün dernek için! Kimin için? Benim düğünümmüş, meğerse!
Babam, kırmızı kurdeleyi bağlarken belime, köyün orta yerinde, gözlerindeki yaşları saklıyordu ayıp olmasın ele güne diye. Hani erkekler ağlamaz derler ya! Pöhhh… Niye ağlamazlarmış? Bal gibi ağlıyordu işte.
Annem kına yakılırken ellerime.- Üzülme razı ol kaderine! Bizim yazgımız böyle! Kız doğmak, kadın olmak suç yavrum bu ülkede!-
İçimde yayılan dalga dalga isyanlar ile girdim yeni evime. Yeni demeye ispat şahit ister ya neyse. Evde, solmuş eski püskü kumaştan, yıpranmış, pestil misali bir şilte, pencerelerde derme çatma perdeler, bir yorgan, yamuk yumuk isten kararmış bir tencere, birkaç sahan ve çatal kaşık. Annem çeyizlerimi verse de! Nereye sereceğiz ki? Eşya namına hiçbir şey yoktu ki evde!!!
Kocam olacak adam! O benim sevdiğim, sevdalım değildi ki! Sevmemiştim hiçbir zaman, sevemedim de! Kocam olacak diye de düşünmemiştim hiçbir zaman. Kader! Oldu işte, ben istemesem de!
İlk günler ilişmedi bana. İyi davranır gibiydi eşkıya. Mavzer hep elinin altında. Konuşsan, belki de dipçiği geçirecek kafanın ortasına. Hiç konuşmadım, konuşamadım. O gündür, bu gündür hep susuyorum. Konuşma hakkı var mı ki? Nerede? Kadın olursan böyle!
Anam ben bir yaşında iken ölmüş. Üvey annem büyüttü bizi. Öğretmemişti ev işi namına bir şeyler. Ne yemek yapmayı bilirim, ne de kadınlığı. Yemek pişirmeye çalışırım, yemekten başka her şeye benzer. Kaç kez yedim o yamuk tencereyi kafama. Sonradan öğrendim hepsini de, ne fayda yediğim dayaklar caba.
İlk çocuğum kız doğdu. Herhalde yine dağlar, taşlar ağladı.  Onun kaderi de benimkinden berbat. Bir başka gün, onu da anlatırım size yavrularım.
Kız doğurdum diye çok kızdı. Nasıl yürüyecekmiş namı? Dayaklar çoğaldı, hem de acımasızca. Sebepli sebepsiz, her fırsatta. Günlerce kapının önüne bile çıkamaz, tarlaya tabana gidecek halim olmazdı. Her yanlarım mosmor, her yanım ağrırdı.
Saklanırdım samanlığa, arar arar da bulamaz, bağırtısından homurdanmalarından, tüm köy inilerdi. Çaresiz çıkardım samanların arasından. Bu kez de saklandığımdan yerdim dayağı alasından.
İlk kızdan sonra, bir erkek daha sonra da bir kız doğurdum. Üç çocuk, tarla bahçe işi, dayak, kötek, sövmek derken çileler içinde tükettim yılları.
İçim kan ağladı hep. Ben hiç sevmedim O eşkıyayı. Sevecek tarafı da yoktu ki!
Yıllar yılları kovaladı. Çocuklarım büyüdü, evlendiler torun tosun sahibi oldum amma boşa gitti gençliğim, boşa gitti 69 yıllık hayatım.
Şimdi ki aklım olsaydı eğer! Bu eziyetlere belki de katlanmazdım. Haklı da olsam, bu toplumda kadındı adım. ‘’Kadının adı yok!’’ Varsa da niye var bilir misiniz? Çile, eziyet çeksin, yıpratılsın, kullanılsın, dövülsün ve haksızlığa uğrasın, başkaldırdığında ise yılanın başı gibi ezilsin diye var.
Sabır! Bana Allah’ın verdiği en büyük armağandı. Hiç kimseleri kırmadım, o kadar eziyet çekmeme rağmen, çocuklarıma bir fiske bile vurmadım. Kadersizliğime yanıp yakıldım. İyilerden ziyade kötülerin ve içinde kötülük taşıyanların bu dünyada hüküm sürmekte olduklarına karar kıldım. Ümit bu ya! Belki bir gün, yaşadığım acıların, şiddetin ve haksızlıkların son bulacağı umutlarını taşıyarak yaşadım. Hep haktan, haklıdan yana oldum ve asla yalana başvurmadım. Saldırılara karşı daima sabrımı kalkan yaptım.
Artık, göz pınarlarım kurudu, istesem de ağlayamıyorum. Gençliğim gitti dönülmez yerlere, yıllarım tükendi bitti amma çilem hala bitmedi.
Doğarsan ve yaşarsan bu toplumda; dağ, taş ağlar senin için kadınsan eğer.
İnsanlar ezebildiğince ezer, ya dilleri ile söverler ya da elleri ile döverler.
İşte yavrularım, bu benim hayatım. En büyük zenginliğim ve tesellim ise sabrım.’’
Biri, diğeri ve bir diğeri ve de öteki, tümü ağlıyorlardı. Kim bilir? Belki anlatılan hikâyeye, belki de kendi yazgılarına!
Ayşen Arslangiray Kura
22.07.2011/Kuşadası
Facebook:http://facebook.com/aakura
Twitter:http://twitter/#!/aysenkura

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder